Giriş
Son yıllarda küreselleşme üzerine onca yazıldı, çizildi. Emperyalist güçler bu kavramla anılan ve dünya üzerindeki çıkarlarını ifade eden bir ideoloji de türettiler. Günümüzde her şey adeta bu kavram eşliğinde açıklanır hale geldi: Küresel ekonomi, küresel çıkarlar, küresel terör, küresel saldırı, küresel savunma, küresel tehlikeler vb. Sosyalist hareketin dibe vurduğu ve burjuva ideolojisinin güç kazandığı koşullarda küreselleşme kavramı neredeyse 21. yüzyılın parolası ilan edildi. Burjuva ideolojisinin kuyruğundan sürüklenen liberal ve reformist sol çevreler, küreselleşme olgusunu burjuvazinin çıkarları doğrultusunda teorize ettiler. Küreselleşme, “kapitalizm-ötesi toplum”, “bilgi toplumu” gibi cafcaflı etiketler eşliğinde ve sanki kapitalist üretim tarzını ebedileştirecek sihirli bir iksirmiş gibi sunuldu ve sunulmaya da devam ediliyor.
Kapitalist sistemin işleyiş ve örgütlenmesinde ulusal sınırları aşan gelişme eğiliminin yarattığı bazı reel ve niteliksel değişimlerin özellikle ‘80 sonrasında iyice belirgin hale geldiği bir gerçektir. Ancak, küreselleşme kavramı ile ifade edilen olguların kapitalizmin temel yasalarını değişikliğe uğratan yepyeni bir olay gibi ele alınıp yorumlanması tamamen yanlıştır. Zihinsel bir karışıklığa yol açmamak için önemli bir hususu en baştan belirtelim. Eğer Berlin Duvarı’nın yıkılışını takip eden ve dünya dengelerini değişikliğe uğratan fırtınalı dönemde burjuva cephe kapitalizmin uluslararası yayılımını küreselleşme sözcüğü ile ifade etmeseydi, böyle bir kavramın dolaşıma sokulması gerekmeyecekti. Zira emperyalizm kavramı söz konusu olgu ve eğilimleri zaten karşılamaktadır.
Ne var ki beğensek de beğenmesek de küreselleşme kavramı artık gündelik yaşamın içine girmiş bulunuyor. İşin aslına bakacak olursak, emperyalizm sözcüğünün ifade ettiği temel gelişme eğilimlerini kastetmesi koşuluyla küreselleşme kavramına itiraz etmenin bir anlamı da yoktur. Sorun kavramda değildir. Kapitalist üretim tarzının evrenselleşme eğilimini ister emperyalizm ister küreselleşme diye analım, asıl sorun kapitalist sisteme karşı devrimci bir mücadelenin yürütülmesidir. Bu sisteme karşı tutarlı bir devrimci tutum takınmayıp da, muhalifliği küreselleşme diye bir şeyin olmadığını ispat çabasına dayandıranların tamamen çürük zeminde durdukları unutulmamalı.
Küreselleşme tartışmaları çerçevesinde iktisatçıların öne sürdüğü bazı argümanlar gerçekten de kapitalist gelişmenin güncel eğilimlerini yansıtıyor. Örneğin ulusal ekonomilerin karşılıklı bağımlılığı artmış, çeşitli ülkelerin kapitalist sisteme entegrasyonu derinleşmiştir. Fakat tüm bu açılardan ülkeler arasındaki eşitsizlik devam etmektedir. Küreselleşmeyi tamamen gerçekleşmiş bir entegrasyon düzeyi olarak algılamak yanlış olur. Zira kapitalist gelişme bakımından dünyada hâlâ son derece geri ve sisteme entegre olamamış ülke ve bölgeler vardır. Yine de kapitalist ekonominin geçmişe oranla çok daha evrenselleşmesi anlamında, küreselleşmede bir hayli yol kat edildiği açık bir gerçektir.
‘80 dönemecinden sonra dünyada mal, hizmet ve sermaye dolaşımının önündeki yasal engellerin ortadan kaldırılması süreci hızlanmıştır. Örneğin ulus-ötesi yatırımlar 1980’den 2000’lere yirmi kattan fazla artmıştır. Keza finans piyasalarının küreselleşmesi de aynı süreçte sıçramalı bir gelişim kaydetmiş, dünya borsalarındaki sıcak para hareketleri inanılmaz ölçülerde hızlanmış ve büyümüştür. 1990 yılında günde takriben 500 milyar doları bulan uluslararası döviz alışveriş tutarı, yaklaşık on yıl sonra 1,5 trilyon doları aşıp yükselişini sürdürmüştür.
Bazı sol çevrelerin küreselleşme ideolojisine karşı çıkmak adına, yaşanan iktisadi gelişmeleri yok sayan karşılaştırma yöntemleri sağlıklı bir yaklaşım değildir. Örneğin Birinci Dünya Savaşı öncesinde dünya ticaretinin çok daha parlak durumda olduğu gerekçesiyle küreselleşme tespitinin bir aldatmaca olduğu iddia edilebiliyor. Oysa bugünden geçmişe baktığımızda, zaman içinde ticarete konu olan kalemlerin yapısının değiştiğini ve daha da önemlisi, bir bölümüyle meta ihracının yerini doğrudan yatırımların aldığını görüyoruz. 90’lı yıllara gelindiğinde Japon çokuluslu şirketlerinin ABD içinde ve AB ülkelerinde ürettikleri ürünlerin yaklaşık yüzde 95’ini bu pazarlarda satıyor oluşu, zaman içinde değişen duruma çarpıcı bir örnektir. Netice olarak, dünya ticaret hacmi küçülmemiş tersine büyümüştür.
Bileşenlerini çeşitli uluslardan tekellerin oluşturduğu ve bu nedenle kimilerince ulus-ötesi diye de adlandırılan çokuluslu şirketlerin dünya ekonomisi içindeki nicel ve nitel önemi artmıştır. Öyle ki, dünya ekonomisi artık birkaç yüz dev çokuluslu şirket tarafından yönlendirilmektedir. En büyük 200 çokuluslu şirketin küresel mal ticaretinin yarısını kontrol ettiği söyleniyor. Bu kapsamdaki şirketler giderek dev boyutlara ulaşmakta, sadece bazılarının yıllık ciroları pek çok ulus-devletin GSYH’sini geçmektedir.
Nesnel gelişmeler, boyutları küreselleşen büyük tekellerin yatırım, üretim ve dağıtım planlarının da küresel ölçekte ele alınmasını dayatıyor. Böylece tekil ulus-devlet kapitalist ekonominin yönetiminde geçmişe oranla önemini yitirmekte, çokuluslu üst kuruluşlar ve bölgesel iktisadi birlikler öne çıkmaktadır. Kapitalist hükümetlerin ihtiyaç duyduğu ve uygulamaya koyduğu makro ölçekli iktisadi ve sosyal politikalar ulusal olmaktan çıkıp küresel karakter kazanmaktadır. Ve en önemlisi de, sermaye hareketleri, üretim ve ticari faaliyet bakımından piyasalar küreselleşmektedir.
İktisadi, sosyal ve siyasal olguları somut gelişimleri içinde kavramaya çalışmak ne denli doğru bir yaklaşımsa, burjuva ideolojisinin çarpıtmalarına ve hafıza silme operasyonlarına karşı da uyanıklığı elden bırakmamak gerek. Günümüzde burjuva ideolojisi, geniş emekçi kitleleri ilgilendiren hemen her önemli sorunda, öze ilişkin nicedir bilinen gerçekleri unutturmaya çalışıyor. Konumuz bağlamında bunun en çarpıcı örneğini, bizzat küreselleşme konusuna da ışık tutan Marksizmin çağdışı ilan edilmesi oluşturmaktadır.
Gerçeklik ve ideoloji
Marksizm yıllardır, kapitalizmin küreye yayılma ve evrenselleşme ihtiyacı içinde yaşadığını açıklayıp duruyor. Anlaşılacağı gibi kapitalizmin küresel gelişim arzusu yeni bir olgu değildir. Ancak küreselleşme düzeyi kuşkusuz olduğu yerde durmamış, zamanla daha da ilerlemiştir. Bu hareketlilik karşımıza kapitalist gerçekliğin yeni boyutlarını ve yeni problemlerini de çıkartmıştır. Nihayet 1980’lerle birlikte burjuva ideolojisi bu kez küreselleşme adı altında atağa geçmiştir.
Küreselleşme veya uluslararası arenada kullanılan karşılığıyla globalizasyon (globalleşme), glob yani yuvarlak anlamına gelen sözcükten türetilen bir kavramdır. Böylece yer yuvarlağını kucaklayan bir gelişme eğilimi anlatılmak isteniyor. Burjuvazi bu eğilimi gerekçe göstererek, eski ideolojik malzemelerini rötuşlayıp globalizm etiketi altında yepyeni bir icatmış gibi piyasaya sürüyor. Oysa bir bakıma güneşin altında hiçbir şey yeni değil. Dünyamız oldum olası yuvarlak bir gezegen. Küresel bir iktisadi sistemin doğuşu ise kapitalizmle birlikte insanlığın gündemine girmiş bulunuyor. Egemen sınıfın egemen ideolojisi, kapitalizmin kolonyalist, emperyalist ve nihayet günümüzdeki karşılığıyla küresel çıkarlarını ifade edecek şekilde başkalaşımlar geçirerek varlığını sürdürmektedir.
Bugün burjuva ideolojisinin tamamen kendine yontarak yeni bir gelişme trendi olarak lanse ettiği küreselleşme gerçeğine, Marksizm yıllarca öncesinden çeşitli yönleriyle çarpıcı biçimde dikkat çekmişti: “Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve darkafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.”[1]
Globalizm ideolojisi, küreselleşme gerçeğinin emperyalist güçlerin günümüzdeki çıkarlarına adapte edilmiş ifadesidir. Gerçeklik ile bu gerçeklikten türetilmiş burjuva ideolojisini birbirinden ayırt ederek konuyu tartışabilmek önem taşıyor. Sermaye kendi hesabına, aslında neyin gerçek neyin “ideolojik” olduğunu domuzuna bilmektedir. Örneğin emperyalistler peşpeşe çıkarttıkları bölgesel savaşların “medeniyetler çatışması” vs. olmayıp, düpedüz insan kanı üzerinden yeni kâr arayışları, paranın ve gücün yeniden paylaşım savaşları olduğunun pekâlâ bilincindedirler. İdeolojik planda onların derdi, bu gerçeklerin kitlelerce kavranmasının önüne geçebilmektir.
Burjuva ideologları, egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda çarpıtılmış tarih yazımlarını ve bu güçlerin kirli emellerinin ideolojik ifadelerini kitlelere gerçeklik diye yutturmaya çalışıyorlar. Emperyalist oligarşinin son yıllarda kitle pasifikasyonunda sıkça başvurduğu yalan kampanyalarının ardında yatan amaç bellidir. Günümüzün oligarkları genelde kitlelerin ve özelde genç kuşakların, kapitalizmden başka bir gelecek olabileceğine ilişkin umut, inanç ve mücadele azimlerini soldurmak istiyorlar. “Tarihin sonu geldi”, “ideolojiler öldü” diye pazara çığırtkanlarını süren emperyalist güç odakları aslında hiç bu kadar ideolojik olmamışlardı.
Burjuvazinin bu pozisyonu, bir zamanlar Marx’ın da değindiği üzere kelimenin olumsuz anlamında, yani gerçekleri kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtıp ideoloji icat etme anlamında ideolojiktir. Burjuva ideolojisinin çeşitli cephelerdeki izdüşümleri, kapitalist düzenin tarihsel tefessühüne koşut bir yozlaşma ve çürümeyi yansıtmaktadır. Bir zamanlar iktisadi, siyasal ve sosyal yaşamı baştanbaşa değiştiren devrimci burjuva dinamizmine eşlik eden aydınlanmacı düşünce, bilgi ve rasyonalite çağı çoktan geride kaldı. Burjuva ideolojisi hanidir umutlar ve gerçekler dünyasından, sahte imgelemler, sinsice kurgulanmış sanallık, türlü çeşit “post”lar âlemine geçiş yapmış bulunuyor. Bilgi çağı, uzay çağı, teknolojik mucizeler çağı diye sunulan kapitalist küreselleşmeye, bu iddiaların tam tersine, insanların kitlesel olarak alıklaştırıldığı, aymazlığa ve cehalet uçurumuna sürüklendiği bir ideolojik atmosfer eşlik etmektedir.
İşçi-emekçi kitleleri ve genç kuşakları, kendilerini kurtuluşa götürecek ideolojiyi, Marksizmi savunmaktan alıkoymaya çırpınan burjuva âlem, bugün neyin gerçeklik neyin ideolojik olduğu konusunda son teknolojilerin eşliğinde kafa karıştırıyor. Globalizm ideolojisine karşı çıkmak, çağımızın globalleşme gerçeğini kavrayamayanların ahmaklığı olarak sunulmaktadır. Tüm kapitalist ülkelerde bütün bir burjuva yazar çizerler ordusu, “düşünce” üreten kuruluşlar, kapitalizmin en has ve üst düzey ideologları, uzunca bir süredir gerçekliğin tersyüz edilmesi oyununu sürdürüyorlar. Amaçlanan, egemenliğin ve zorbalığın ideolojik ifadesini kitlelere gerçeklik diye dayatmaktır. O nedenle bugün Marksistlere düşen görevlerden biri, burjuvazinin bu tür manipülasyonları karşısında çok net bir sınıf tutumu takınabilmek ve kitlelerin gerçekleri kavramasını zorlaştıran burjuva yalan perdelerini paramparça edebilmektir.
Gelişmelerin burjuvazinin çıkarlarına yontulmuş ideolojik ifadelerine karşı koymak ne denli zorunluysa, gerçekliğin güncel ayrıntılarını yok saymanın da o denli yanlış olduğu çok açık. Evet, kapitalizmin giderek daha fazla evrenselleşmesi anlamında küreselleşme günümüzün hakikatı. Ve küreselleşme ideolojisiyle mücadeleyi küreselleşme gerçeğinin inkârına dayandırmak da beyhude bir çaba. Ama öte yandan, küreselleşmeyi zaman içinde yol alan bir eğilim değil de mutlak bir durum olarak düşünüp muhakeme yürütenler de fena halde yanılmaktadırlar.
Kapitalizm altında yaşanan değişimin görülmesi, ona fazladan olumlu anlamlar yüklenmesini gerektirmiyor. Bu üretim tarzı tarihinin hiçbir döneminde sınıflar üstü bir refah olanağı yaratmadı. Ne var ki kapitalizmin küreselleşmesi, dünya ülkeleri arasındaki gelişme farklarını ortadan kaldıracak ve daha eşitlikçi bir paylaşımı mümkün kılacak bir gidişat olarak sunuluyor. Oysa kapitalizm temelinde gerçekleşen küreselleşme, iddia edildiğinin tam tersine, dünya üzerinde milyonlarca insan için yaşama dair sorunların daha da büyüyüp keskinleşmesi anlamına geliyor.
Dünya nüfusunun 6 milyara vardığı günümüz küresel kapitalist sisteminde, günde bir dolardan az gelirle yaşamaya çalışan insan sayısı yaklaşık 1 milyar 300 milyondur. 3 milyar insanın payına ise günde iki dolardan az gelir düşmektedir. Küresel kapitalizm, emperyalist savaşların yaygınlaştığı, zengin-yoksul uçurumunun alabildiğine derinleştiği bir dünyaya işaret ediyor.
Kapitalizm var olduğu sürece, küreselleşme, milyonlarca insanın canını fena halde yakan ve yaşamlarını söndüren bir gerçeklik olarak karşımıza çıkacaktır. Globalizm işte bu gerçekliğin savunusu anlamına geliyor. Bu bağlamda globalizmin birkaç tanımını art arda sıralamak mümkün. Globalizm emperyalist güçlerin dünyayı kanlı savaşlar temelinde yeniden paylaşmaları demektir. Ezilen halkların yaşamını en son teknolojilerin ürünü olan bombalarla cehenneme çevirmenin adıdır globalizm. Globalizm dünya işçi sınıfının kazanılmış tüm haklarını ortadan kaldırmayı amaçlayan saldırgan burjuva ideolojisidir. Sözü bu noktada daha fazla uzatmaya hiç gerek yok. Kapitalizm altında küreselleşme, bir başka deyişle eşitsiz ve bileşik kapitalist gelişme, yerküremize ve üzerindeki milyonlarca insana daha müreffeh bir gelecek vaat etmiyor; tam tersine barbarlığa ve adeta topyekûn bir yıkıma sürüklüyor.
Böyle bir sisteme karşı sadece günü kurtarmaya çalışmak bir çözüm değildir, onu ortadan kaldırmak gerek. Toplumsal devrim düşüncesinin alabildiğine gözden düşürüldüğü ve ayaklar altına alındığı bir tarihsel kesitte, kapitalist sistemin dünyamızı ve insanlığı içine sürüklediği gerçekler aslında bu devrimi misliyle zorunlu kılmaktadır. Bu çarpıcı zorunluluğu kavramayan ya da kavramak istemeyen sözde muhalifler, eylemde radikal görünmek istediklerinde bile içerikte reformisttirler.
Günümüzde dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan çevrecilerden kadın hareketine ve savaş karşıtı gösterilerden radikal görünümlü gençlik eylemlerine dek geniş bir muhalefet ağının temel zaafı, devrimci bilinç ve örgütlülükten uzak oluşudur. Evet küresel kapitalizme karşı küresel bir direniş gerekiyor. Fakat bu direnişin gerçekten vurucu bir güce sahip olabilmesi, bu içerikle yaygınlaşabilmesi ve nihayet başarıya ulaştırılabilmesi için işçi sınıfının örgütlü gücüne ve bu güce yol gösterecek örgütlenmiş devrimci düşünceye her zamankinden fazla ihtiyaç var.
Muhalefetlerini kapitalizmin bizzat kendisine yöneltmeyip, emperyalizme veya küreselleşmeye karşı “ulusal” yani burjuva çıkarları ya da “reforme edilmiş” bir kapitalizmi savunan tüm siyasal eğilimler neticede havanda su dövmüş oluyorlar. Bu dünya, eşitlikten, özgürlükten ve hatta sosyalizmden dem vururken, kendi burjuvalarını desteklemekten bir adım öteye geçmeyen “devrimciler”i çok gördü. İşçi sınıfı böylesi “devrimciler”den çok çekti. Zaten işçi sınıfının uzun yıllardır anlamlı bir atılım yapamamasının başlıca nedenlerinden birini de, içinde yaşadığı dünyayı gerçek boyutlarıyla kavramasını ve mücadeleyi sağlam temellere oturtmasını engelleyen güdük sol siyasal anlayışlar oluşturuyor.
Oysa yalın gerçek şudur: muazzam bir dünya pazarı yaratarak, işbölümünü ve üretici güçleri yerel ve ulusal olmaktan çıkartarak dünyasallaştıran kapitalizm, aslında dünyayı bir bütün olarak sosyalist dönüşüme hazırlamış bulunuyor. Küreselleşen kapitalizm altında boğulan insanlığı, ulusal dar görüşlülüğün, çıkar çatışmalarının, kanlı paylaşım savaşlarının, yoksulluğun, işsizliğin olmadığı bir dünyaya taşıyabilecek olan yegâne imkân işçi sınıfının Marksizmin ışığı altında yürüteceği küresel devrimci mücadelesidir.
Emekçi kitlelerin geçmişte olduğu gibi paçavralar içinde yaşamadığından veya bir lokma kuru ekmek peşinde koşmadığından hareketle, artık devrimci duyguların nesnel temelinin ortadan kalkmış olduğunu düşünenler fena halde yanılıyorlar. Zira canlıları ortak paydada birleştiren en basit ve zorunlu ihtiyaçların tatmini mücadelesinden daha yüksek moral ihtiyaçlara geçiş, insanın evrim sürecinde kat ettiği yolun göstergesidir. İnsani ihtiyaçları ve insan soyunu mutlu edecek araçları en geri halkalarda tasavvur ederek akıl yürütenler, eğer düşünce fukarası değillerse kötü niyetlidirler.
Günümüzde devrimci örgütlenme gereğinin moral boyutu, insanca yaşam kavgasını somutlamak bakımından geçmişe oranla çok daha büyük bir önem kazanmıştır. Her şeyi piyasa cangılında alınır satılır meta haline getiren ve insani dayanışmanın yerine piyasanın zorbalığını geçiren kapitalist düzene karşı çıkmayan bir işçi sınıfı tehlikeli bir uyku içinde demektir. Bugün devrimci örgütlenme ihtiyacını kavrayamamış bir işçi ya da emekçi, paçavralar içinde dilenmeyi “kader” kabul eden geçmiş dönemin insanından aslında çok daha zavallı bir konumda bulunuyor.
Kapitalizm küresel bir ekonomik sistemdir
Kapitalist üretim tarzı ortaya çıkmazdan önce yaşanan uzun tarihsel dönem boyunca insan toplulukları varlıklarını muhtelif coğrafyalarda, muhtelif üretim ilişkileri temelinde sürdürdüler. Dünya eski tarihlerde, Asyatik doğu despotizminin veya köleci Roma’nın kendi egemenlik alanlarını genişletmek üzere sergiledikleri yayılmacı serüvenlere tanık oldu. Yerküremiz, geçmiş dönemlerin egemen sınıflarının yeni bölgeler fethedip geniş imparatorluklar kurmak uğruna çıkarttıkları savaşlarla defalarca kana bulandı. Ama bütün bu gerçeklere rağmen, kapitalizme gelinceye dek hiçbir üretim tarzı yerelliği paramparça edip dünyasal ölçekli bir ekonomik sistem oluşturamadı. Ancak kapitalizmin kendinden önceki üretim ilişkilerini berhava etmesi ve gelişmesi sayesindedir ki, dünyamız salt coğrafi anlamda değil ekonomik anlamda da yekpare bir küreye dönüşme yoluna girmiştir.
Kapitalizmin tüm dünyaya yayılma eğilimi 20. yüzyıla dek, iktisadi ve askeri açıdan güçlü ülkelerin el değmemiş topraklara uzanmasıyla, daha önceden paylaşılmamış toprakları sömürge savaşları temelinde paylaşmalarıyla somutlanıyordu. Bu temelde öne atılan bazı ülkeler, mutlak egemenlikleri altına aldıkları coğrafyalarda geniş sömürge imparatorlukları kurmuşlardı. Kapitalist yayılmacılığın sömürgecilik dönemine askeri fetihler ve toprak ilhakları eşlik ediyordu. Fakat yine de kapitalizm tarihin eski dönemlerindeki imparatorluklara benzemiyordu. Zira kapitalizm fetihçi üretim ilişkilerine dayanan bir üretim tarzı değildi.
Kapitalist gelişmenin temel koşulu, egemenlik altına alınan bölgeleri zamanla kapitalist işleyişe entegre edecek bir altüstlük ve dönüşüm sürecini kışkırtmaktır. Böyle olduğu içindir ki, kapitalist yayılmacılık sömürgecilik aşamasına takılıp kalmadı ve 20. yüzyıldan itibaren emperyalizm aşamasına sıçradı. Kapitalist gelişimin iç yasasına uygun yol kat edebilen ülkeler, Britanya örneğinde görüldüğü üzere, güçlü pozisyonlarını bu kez emperyalist ilişkiler temelinde yeniden ürettiler. Veya Amerika örneğinde olduğu gibi, ekonomik atılımlarını doğrudan doğruya emperyalist aşama temelinde gerçekleştirdiler.
Kapitalizm sayesinde geleneksel üretim metotları aşıldı, bilimsel buluşlar üretim sürecine uygulanmaya başlandı. Böylece üretici güçlerde sıçramalı gelişmeler kaydedildi. Modern sanayi üretiminin çeşitlenmesi ve yaygınlaşmasıyla, kitle iletişiminde ve kitle taşımacılığında sağlanan muazzam ilerlemelerle, dünya üzerindeki ticari ilişkiler de eski dönemlerle kıyas kabul etmez boyutlara ulaştı. Tek bir dünya pazarının ve bileşik bir dünya ekonomisinin teşekkülünü mümkün kılan kapitalist gelişme, işgücü, mal, hizmet ve sermaye dolaşımının da dünyasal ölçeğe büyümesinin temelini döşedi.
Yeni teknolojilerin ortaya çıkışında ve dünyaya yayılışında kaydedilen sıçramalı gelişim iletişim maliyetlerini düşürmüş ve üretimin çeşitli ülkelere kaydırılmasını mümkün kılarak mal ve hizmet üretimini de dünyasal bir sürece dönüştürmüştür. 50’li yılların ortasında Avrupa ve Kuzey Amerika’yı birbirine bağlayan telefon kabloları vasıtasıyla aynı anda doksana yakın telefon görüşmesi yapılabiliyorken, günümüzde uydu iletişim sistemleri sayesinde milyonlarca insan iletişim kurabilmektedir. Kapitalist küreselleşme, kapitalist işbölümünü de ulusal özelliklerin ağır bastığı bir olgu olmaktan çıkartıp evrenselleştirmiştir. Bugün sigaradan bilgisayara, otomobile, çeşitli metalar çeşitli ülkeleri içine alan küresel bir bant sistemi veya montaj hattı temelinde üretilmektedirler.
İnsanlık tarihinde kaydedilen çeşitli gelişme halkalarının tarihi, bir bakıma işbölümünün evriminin tarihidir. Zaman içinde farklı üretim tarzlarına temel oluşturan işbölümü değişikliğe uğramış ve bu gerçeklik kapitalizmin ilerleyişi içinde de varlığını sürdürmüştür. Marx, kapitalizm çerçevesinde işbölümünde cereyan eden değişime ve bu değişimin uluslararası ilişkiler alanına yansımalarına dikkat çeker. İşbölümünün değişen yapısını ve bu değişimin dünya pazarının gelişimiyle bağını göz ardı eden zihniyeti eleştirir.
Şu soruyu yükseltir Marx: “Evet, ondördüncü ve onbeşinci yüzyıllarda, henüz sömürgeler yokken, henüz Amerika, Avrupa için mevcut değilken; Doğu Asya, yalnızca İstanbul aracılığıyla mevcut iken, o tarihlerdeki işbölümü, gelişkin bir sömürge sistemine sahip olan onyedinci yüzyıldaki işbölümünden farklı olmak durumunda değil miydi?”[2] Ayrıca ulusların tüm iç örgütlenmelerinin ve tüm uluslararası ilişkilerin, belirli bir işbölümünün ifadesinden başka bir şey olmadığını ve işbölümünde değişiklik olduğu zaman tüm bunların da değişeceğini belirtir Marx.
Kapitalizmin emperyalist aşaması, kapitalizmin ulus-devletler biçimindeki örgütlenmesine rağmen sermayenin global hareketinin yaygınlaşması ve derinleşmesi anlamına gelir. Çeşitli ülke ekonomilerinin dünya kapitalist sistemine artan entegrasyonu bir yandan sermayenin dolaşımını kolaylaştırırken, diğer yandan kapitalizmin krizleri eskiye oranla çok daha geniş alanlara sirayet eder. 20. yüzyıl kapitalizminin tarihi, kapitalist krizlerin ancak daha büyük ve yıkıcı krizleri yaratma pahasına atlatılabildiğini gözler önüne sermektedir. Gün geçtikçe küreselleşen kapitalizm, Marksizmin bu sistemin işleyişine ve akıbetine yönelik öngörülerinin doğruluğunu her geçen gün daha da fazlasıyla kanıtlamaktadır. 21. yüzyıla derinleşen bir kriz ve yaygınlaşan emperyalist savaşlarla giriş yapan dünya kapitalist sisteminin durumu meydandadır.
Oysa burjuva ideologları 1940’lar sonrasında yaşanan ekonomik canlanma döneminden güç alarak, kapitalist krizler konusunda Marksistlerin boşa konuştuğunu ve felâket tellallığı yaptığını iddia edip durmuşlardı. Belirli bir tarihsel kesit boyunca burjuva düşünürlerin elini güçlendiren faktörlerden biri, kapitalist ekonomide yaşanan uzatmalı yükseliş dönemiydi. Ama kapitalist sistemin durumu hakkında Marksizm adına ileri sürülen yanlış görüşler de burjuva ideolojisinin işine yaramadı değil. Günümüzde dünyanın gidişatı konusunda berrak bir kavrayışa sahip olabilmek için, geçmiş dönemlerde yerleştirilen hatalı görüşlerle hesaplaşılması ve doğrularla yanlışların birbirinden ayırt edilmesi büyük önem taşıyor.
Kapitalist üretim tarzının ilk gençlik ve hararetli büyüme çağını geride bırakıp tarihsel olarak inişe geçmesi kaçınılmazdır. Marx bu konuya değinir. Kapitalizmin tarihsel görevi, insan emeğinin üretkenliğini, hiçbir sınır tanımadan geometrik dizi içerisinde geliştirmektir. Fakat kolay yoldan azami kâr peşinde koşan sermaye, emeğin üretkenliğini olması gerektiği ölçüde arttıramadığında bu görevine ihanet etmiş olacaktır. “Böylece o, gittikçe yaşlandığını ve miyadını doldurduğunu ... göstermiş oluyor” der Marx.[3]
Bu bağlamda emperyalizm dönemi gerçekten de kapitalizmin çürüme ve çöküş çağıdır. Lenin ve Troçki çeşitli vesilelerle emperyalizm çağının bu özelliğine değindiler. Ancak bu doğru değerlendirme, kapitalizmin genel gidişatı içinde bir anlam ifade edebilir. Tarihsel akış içinde hükmünü icra eden ekonomik eğilimlerin bir çırpıda gerçekliğe dönüşecekmiş gibi algılanması tamamen yanlış olur. Sorunlara bu tarzda yaklaşılırsa Marksist kavrayış da çarpıtılır. Ve ne yazık ki Marksist geçinen kişi ve çevreler arasında böylesi hatalı yaklaşımlar sergileyenler hiç de az değildir.
Bu tür bir çarpıtmayı somutlayan başlıca örnek, kapitalizmin Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir daha içinden çıkamayacağı bir genel bunalım içine girdiği yolundaki iddiaydı. Bu iddia, kapitalist sistemin büyük bunalım ve sarsıntılarla karakterize olan bir döneminin, sistemin çöküşünün fiilen yaşanması şeklinde yorumlanmasına dayanıyordu. Gerçekliğin bu çarpıtılmış yorumu, Stalinist saflarda egemen olmakla kalmayıp Troçkist çevrelere de bulaştı.
Kapitalizmin 20. yüzyılın başlangıcında içine sürüklendiği fırtınalı dönemin muazzam bir krizin yansıması olduğu ve bu durumun çılgınca bir yeniden paylaşım savaşına yol açtığı doğruydu. Keza Büyük Ekim Devrimi, kapitalizmin yıkılmaya yazgılı doğasını gözler önüne sermiş ve dünyanın belirli bir bölümünü onun elinden kopartıp almıştı. Ne var ki kapitalist sistem maruz kaldığı bu ağır darbeye karşın dünya ölçeğindeki gelişme ve yayılma potansiyelini henüz tüketmiş değildi. Söz konusu darbenin yarattığı etkinin kalıcı olabilmesi ve kapitalizmin iddia edildiği gibi içinden çıkamayacağı bir genel bunalıma sürüklenmesi için iktisadi etkenler dışında başka bir zorunlu koşul vardı. Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarının yaşaması ve proleter devrimin dünya ölçeğinde sürekliliğinin sağlanması gerekiyordu.
Ekim Devriminin tarihsel kazanımlarının tasfiyesi ve kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden yükselişe geçmesi, kapitalizmin çöküşüne veya genel bunalımına dair abartılı genellemeleri yalanladı. Fakat ne yazık ki bu yaşananlardan gereken sonuçlar çıkartılmadı. Sözde sosyalist ülkelerin geçici bir tarihsel dönem boyunca kapitalizmin hareket alanını sınırlandırmasıyla, gerçek bir işçi iktidarı altında dünyada ilerleyişini sürdürebilecek olan proleter devrimin kazanımları bir tutuldu. Bunun ne denli vahim bir yanılgı olduğu aslında aşikârdı. Ama uzun yıllar boyunca bu tür yanlış görüşlerle hesaplaşılmadı. Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarının Stalinist karşı-devrimle tasfiye edilmiş olmasına rağmen, kapitalist üretim tarzının coğrafi sınırlarının artık geri dönüşsüz biçimde daralmış olduğu görüşü uzun yıllar sürdürüldü. Marksist diye bilinen çeşitli yazarlar bu gibi yanlış görüşleri yazıp çizdiler.
Sovyetler Birliği’nin Stalinizmin egemenliği altında nasıl da modern bir despotik-bürokratik diktatörlüğe dönüştüğü gerçeğini itiraftan kaçınan bu yazarlar, dünya gerçekleriyle gittikçe ters düşen kapitalist sistem analizleriyle de Marksizmin üstün pozisyonlarına zarar verdiler. “Kapitalist olmayan yol” diye lanse edilen ulusalcı-devletçi kalkınma yöntemini benimseyen ulusal kurtuluş mücadelelerinin, dünya kapitalizminin ilerleyişini mutlak biçimde baltalayacak birer tarihsel darbe olduğu bile söylendi. Böylece, aslında dünyadaki gelişmeleri en doğru ve kapsamlı biçimde çözümlemesi gereken Marksistler, kuru-sıkı eleştiriler temelinde kapitalizmi kötülemekle yetinen küçük-burjuvalar düzeyine indirgenmiş oldular.
Bu durum, sözde sosyalist blokun çöküşüyle birlikte girilen yeni dönemde burjuvazinin gelişmeleri kendi payına muazzam bir ideolojik kazanıma dönüştürebilmesinin başlıca nedenlerinden biridir. Kapitalizm, küresel yayılma alanını tarihsel bir kesit boyunca sınırlamış olan despotik-bürokratik rejimlerin çöküşüyle birlikte, bu sistemi olduğundan güçsüz gösteren sözde Marksizmle alay edercesine ideolojik bir atılıma geçmiştir.
Bu bize önemli bir gerçeği hatırlatıyor: Kapitalizm siyasi ve ideolojik cephede bir zafer kazanmadan, işçi sınıfının örgütlü güçlerini zaafa uğratmadan iktisadi cephede kendiliğinden ve kolay başarılar elde edemez. Bu bakımdan dünya burjuvazisi uzun bir dönem boyunca işin ideolojik propaganda boyutuna, ufukta beliren yeni yayılma olanağının gerçek çapını fersah fersah aşan bir önem vermiştir. Amaçlanan, ideolojik ve psikolojik planda dünya işçi ve emekçi cephesine karşı muazzam bir üstünlük sağlayarak onu paralize etmek ve böylece ilerleme fırsatını gerçekliğe dönüştürmektir.
Kapitalist sistemin hegemon gücü ABD’nin globalizm adlı ideolojik saldırıyı başlatmazdan çok önce, provayı yeni dünya düzeni propagandasıyla yürüttüğü de hatırlarda olsa gerek. “Yeni dünya düzeni” tartışmaları, 70’ler ve sonrasında yaşanan önemli ekonomik ve siyasal gelişmeler neticesinde ABD tarafından oluşturulan stratejik plan çerçevesinde gündeme getirilmişti. Kendi nüfuz alanlarında gelişen ulusalcılık dalgası, Vietnam’da uğradığı yenilginin dünyaya yayılan moral etkisi ve OPEC ülkelerinin petrol fiyatlarını yükseltmesinin kontrol altına alınamaması, o dönem ABD’yi rahatsız eden gelişmelerdi. Yanı sıra, Japonya ve AET gibi rakip güçlerin kaydettiği yükselişler, kâr hadlerinin düştüğü, yani paylaşılacak pastanın küçüldüğü koşullarda sistemin hegemon gücünün tedirginliğini arttırmıştı. İlerde üstün konumunu yitirme tehlikesi, Amerikan emperyalizmini yeni stratejik planların hazırlanıp yürürlüğe konması doğrultusunda harekete geçirmişti.
Kapitalizmin dünyaya yayılması yani küreselleşmesi yeni bir olgu olmasa da, globalizm konusu aslında bu stratejik hamlelerin bir uzantısı olarak yine ABD öncülüğünde gündeme sokuldu. Burjuvazinin derdi küreselleşme gerçeğini tartışmaktan çok, globalizm ideolojisini kitlelere empoze etmek ve yeni bazı önlemleri yürürlüğe koymaktı. O nedenle içine girilen bu yeni dönem işçi ve emekçi kitlelerin yaşamına, asıl olarak sermayenin küresel saldırısı şeklinde yansıdı. Dünya burjuvazisinin 80’lerden itibaren küresel düzeyde egemen kılmaya çalıştığı bu saldırı, neoliberal diye adlandırılan yeni bir sağ dalganın yükselişi demekti. Artık takip eden yıllara, siyasal alanda gericileşme, toplumsal alanda bencilliğin körüklenmesi ve iktisadi alanda da işçi-emekçi kitlelerin yaşam standartlarının düşürülmesi damgasını vuracaktı.
Kapitalist sistemin böylece içine girdiği dönem, burjuvazinin yeni planlarının geniş kitlelerin çıkarları bakımından olumlu değil tam tersine olumsuz gelişmeler temelinde başarılabileceğine işaret ediyor. Tarihsel bakımdan ilerlemeci barutunu tüketen her toplumsal düzenin zamanla başına geldiği gibi, kapitalizm de artık kitleleri pozitif beklentiler temelinde egemenliği altında tutacak gücünü büyük ölçüde yitirmiştir. Şimdi ona gereken, yoksul insanların yaşam alanlarını kanlı gladyatör dövüşlerinin seyredildiği “modern” arenalara çevirmek, işçi-emekçi kitlelerin düzen değişikliği umutlarını köreltmek, çağın tiranlarına karşı örgütlenmeyi ve dövüşmeyi bilmeyen genç kuşaklar yetiştirmektir. Tüm kapitalist ülkelerde burjuva medya, daha önceki dönemlerde görülmemiş biçimler altında, yaşamın her bir saniyesinde kitlelerin beynini dumura uğratacak icatlar peşindedir. Burjuva ideoloji âlemi, globalizm propagandasına eşlik eden bu “yeni kültür”ün egemen kılınması için seferber olmuştur.
Çıkartacağı “yeni moda” vahşet savaşlarıyla yeryüzünü kana boyamadan önce, medyadan yayılan şiddet dizileriyle katliam görüntülerine alıştırılmış veya “modern” safsatalarla alıklaştırılmış, uyuşturulmuş, gerçeklikle sanallığı birbirine karıştıran kitleler yaratmaya koyulmuştur kapitalizm. Hele ki kapitalist sistemin hegemon gücü ABD söz konusu olduğunda, bu yöntemler sayesinde yıllardır ne kadar büyük boyutlarda bir kitle pasifikasyonu yürütülmüş olduğu aşikârdır. Kitleleri olumlu insani özelliklerinden yoksun bırakmaya, paylaşım ve dayanışma duygularını körelterek onları itaatkâr kölelere dönüştürmeye çalışan bir toplumsal düzenin küresel ölçekte yayılışının gelecek kuşakların başına daha ne çoraplar örebileceği belli değil midir?
Hegemon gücünün faşizan sinyaller verdiği bir sistemin global gidişatının nereye yöneldiğini kestirmek güç olmasa gerek. Nitekim bürokratik rejimlerin çöktüğü coğrafyalarda kapitalist gelişimin vahşi ve muazzam altüstlüklere yol açan karakteri, yeniden paylaşılacak alanların belirmesinin emperyalist güçler arasındaki gerilim ve çatışmaları tırmandırması, dünyamızı adeta global bir savaşın içine sürüklemiştir. Doğası gereği bitip tükenmek bilmeyen bir kâr hırsına dayanan kapitalizm, daha önceki dönemlerde görülmedik ölçülerde çılgınca bir ihtirasla gözünü yeni dış pazarlara, yeni nüfuz bölgelerine dikmiş bulunuyor.
[1] Marx-Engels, “Komünist Manifesto”, Seçme Eserler, c.1, Sol Yay., Aralık 1976, s.136
[2] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay., Kasım 1995, s.33
[3] Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., Şubat 1990, s.232
link: Elif Çağlı, Küreselleşme /1, 2 Haziran 2005, https://marksist.net/node/72