Ocak ayı, adları mücadeleleriyle ölümsüzleşen pek çok devrimci önderin ölüm tarihlerini içeren bir ay olarak hafızalarımıza kazınmıştır. Alman devriminin yiğit önderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht 15 Ocak 1919’da karşı-devrimin kanlı saldırısıyla katledildiler. Ekim Devriminin önderi Lenin’i 21 Ocak 1924’te yitirdik. Türkiye komünist hareketinin Onbeşleri Mustafa Suphi ve yoldaşları ise, 28 Ocak 1921’de burjuvazinin kalleşçe planlarıyla Karadeniz’in sularında öldürüldüler.
Onlar ve benzeri devrimci önderler enternasyonalist komünist geleneğimizin temel taşlarını oluşturuyorlar. Onları ölümsüz kılmak her devrimci kuşağın görevidir. Bu da ancak, miras bıraktıkları devrimci fikir ve eylemlere fiili mücadele süreçleri içinde sahip çıkmakla; yaşam ve mücadele çizgilerinden feyiz almaya, eserlerinden öğrenmeye ve eleştiri silahını elden bırakmaksızın devrimci miraslarını sahiplenip geliştirmeye çalışmakla mümkün olacaktır.
Alman devrimi ve onun başta gelen iki yiğit önderi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, 2009 yılı Ocak ayında ölümlerinin 90. yılında tüm dünyada devrimci mücadele zeminlerinde hatırlanacaklar. Biz de bu yıl Ocak ayındaki devrimci kayıplarımızı, Alman devrimiyle özdeşleşmiş bu iki devrimci önderin hatırasını tazeleyerek analım. Ayrıca Rosa’nın devrimci mücadelesini yansıtan fikirleri üzerinde durarak, vaktiyle Lenin’in de hatırlattığı önemli bir enternasyonalist devrimci görevi yerine getirmeye çalışalım. Türkiye’de sol harekette Stalinizmin güçlü etkisi nedeniyle bu görev uzun yıllar boyunca hasıraltı edilmiştir ve Rosa Luxemburg gibi enternasyonalist komünist bir önder, devrimci fikirleri itibarıyla hiç de lâyıkıyla tanınmamaktadır. Bu durum, daha önce de çeşitli vesilelerle bir ölçüde yerine getirmeye çalıştığımız söz konusu görevi bizler için daha da önemli kılıyor. Rosa’nın devrimci mirasını bir kez daha hatırlamakla, devrimin ateşleri içinde bizlere veda eden tüm Spartakistlerin ve diğer tüm devrimci önderlerin anısını da tazelemiş olalım!
Alman devriminin ilerleyişi ve yenilgisi
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, Ekim Devriminin ardından 1918 yılının Ocak ayında başlayan Alman devrimi içinde yaşamlarını yitirdiler. Onlar bu devrimin başını çeken liderler olarak işçi sınıfı tarihine yazıldılar. Her ikisinin de yaşam ve mücadele çizgisi, proleter devrimin gerçekleşmesi için yanıp tutuşan kişiliklerini gözler önüne serdi. Haksızlığa, adaletsizliğe ve eşitsizliğe isyan yüklü bir yürek taşıyan Rosa’ya, devrimci mücadele nedeniyle sık sık karşılarına çıktığı savcıların “Kızıl Rosa” adını takmaları boşuna değildi. Rosa, Polonya doğumlu bir devrimciydi ve o dönemin siyasal coğrafyası nedeniyle hem Polonya hem Almanya ve hem de Rusya işçi sınıfı hareketi içinde yer almıştı. Ama bu geniş coğrafyanın bile ötesinde, o zaten bir enternasyonalistti; bir dünya devrimcisiydi.
Rosa İkinci Enternasyonal içinde boy veren reformizme bizzat kaynağında, Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) içinde karşı koyacak ve genç yaşından ölümüne dek bu konuda amansız bir mücadele yürütecekti. Onun ve yoldaşı Karl Liebknecht’in işçi sınıfının devrimci tarihine unutulmaz biçimde yazılan yönlerinden biri de, emperyalist savaş karşısında sergiledikleri uzlaşmaz enternasyonalist komünist tutumları olacaktı. Alman işçi sınıfının mücadele tarihinde Marx’lar döneminde yer alan Wilhelm Liebknecht’in oğlu olan Karl, Alman sosyal demokrat milletvekilleri parlamentoda emperyalist savaş kredileri için kabul oyu verirken karşı oy kullanan yegâne milletvekiliydi. Karl Liebknecht bu devrimci ve enternasyonalist tutumunu, işçi kitlelerini de aynı doğrultuda harekete geçirmek aşkıyla yanıp tutuşan bir silaha dönüştürecekti.
Onun emperyalist savaş karşısında Mayıs 1915’te kaleme aldığı Asıl Düşman Kendi Ülkemizde adlı bildirisi bu konuda sergilenmesi gereken örnek duruşu somutluyordu. Bu bildiri, devrimci tarihsel bir belge niteliğiyle yılların içinden geçerek günümüze uzandı. Karl Liebknecht, Almanya’da reformizme ve sosyal şovenizme karşı yürütülen mücadelede, yoldaşları Rosa Luxemburg ve Leo Jogiches’in yanı başında yer aldı. Almanya’da gerek Spartaküs Birliği gerek Komünist Partisi bu devrimci liderlerin çabası neticesinde yaşama gözlerini açtı. Bu devrimci üçlü, aynı zamanda, Alman devriminin ilerleyişi içinde biçimlenen Devrim Komitesini de oluşturacaktı.
1918 Alman devrimi, Birinci Dünya Savaşının yol açtığı devrimci sarsıntılar ve en önemlisi de Rusya’da gerçekleşen Ekim Devriminin dünya işçi sınıfını harekete geçiren büyük etkisi altında patlak vermişti. 20. yüzyılın başlarında cereyan eden birinci emperyalist paylaşım savaşının, yaşamı işçiler için büsbütün çekilmez kıldığı açıktı. Emperyalist burjuvalar ve onların düzenini savunan siyasal partiler, çeşitli ülkelerden işçileri birbirlerine boğazlatmak üzere cephelere sevk etmişlerdi. Bu haksız savaşlarda işçilerin kanına girmeye çalışan siyasal önderlikler arasında, SPD’nin sosyalizme ihanet eden önderliği de yerini almıştı. Alman işçi sınıfı bu hain önderlik aracılığıyla hem burjuvazinin kanlı savaş planlarına alet edilmeye hem de devrimci mücadeleden geri tutulmaya çalışılıyordu. Buna rağmen, emperyalist savaşın ve de açlık ve işsizliğin ortaya serdiği gerçekler, on binlerce işçinin uyanmasına ve mücadeleye atılmasına neden oldu.
Aslında Alman işçi sınıfının öncü kesimleri oldukça erken tarihlerde, daha 1915 yılından itibaren emperyalist savaşa karşı devrimci bir tepki sergilemeye başlamışlardı. Kendiliğinden eylemler, iş bırakmalar, sokak gösterileri birbirini izliyordu. Alman Sosyal Demokrat Partisinin sosyal şoven politikası karşısında bu parti ile yollarını ayıran Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, 1 Mayıs 1916’da, sonradan Spartaküs Birliği adını alacak Enternasyonal Grup’u kurmuştular. Spartakistlerin 1 Mayıs 1916’da Berlin’de düzenlediği mitingde, Liebknecht’in biçimlendirdiği “Kahrolsun savaş! Kahrolsun hükümet!” sloganları göğe yükseliyordu. Mitingin ardından polis baskısı ve tutuklamalar geldi, Karl Liebknecht de tutuklananlar arasında yer alıyordu. Fakat işçiler yılmadılar. 55 bin işçi burjuvazinin devrimcilere saldırılarına bir yanıt olarak, Karl Liebknecht’in davasının görüleceği gün Liebknecht’le dayanışma grevine çıktı.
Süreç boyunca iyice ateşlenen bir devrimci durumun içinden yükselen işçi eylemlerinin, mitinglerin ve sokak gösterilerinin ardı arkası kesilmiyordu. Bu devrimci dönem Ocak 1918’de Berlin’de işçi konseylerinin kurulması ile daha da gelişmişti. Ardından Almanya’nın pek çok kasabasında işçilerin, askerlerin, denizcilerin konseyleri ortaya çıktı. Kısacası, işçiler ve askerler tıpkı Rus devriminde olduğu gibi kendi sovyetlerini (yani konseylerini veya meclislerini) örgütlemeye girişmişlerdi. Hatta Kiel’de yaşandığı üzere, donanma erlerinin isyanı neticesinde denizciler ve liman işçileri sokaklara egemen olmuşlar ve kent yönetimini ele geçirmişlerdi. Dahası, 8 Kasım tarihinde Münih İşçi, Asker ve Çiftçi Konseyi tarafından Bavyera Devrimci Cumhuriyetinin kuruluşu ilan edilmişti.
8, 9 ve 10 Kasım 1918 tarihleri Alman devriminin ilerleyişi içinde bir zirveyi temsil ederken, ne yazık ki arkası istendiği biçimde gelmediği için aynı zamanda da bir kırılma noktasına dönüşecekti. Berlin’de çeşitli işçi konseylerinin kuruluşunu gerçekleştirmiş olan Devrimci İşyeri Temsilcileri, Liebknecht’in önerisi üzerine devrimci ayaklanmayı 11 Kasım günü başlatma kararını kabul etmişlerdi. Fakat işçiler sabırsızdılar ve 8 Kasım günü meydanlara akmaya başladılar. Böylece henüz devrimci bir önderliğin planlayıcı taktiklerinden yoksun olan devrimci coşku, devrimci ayaklanmanın zamansız ve hazırlıksız biçimde patlak vermesine neden oldu. 9 Kasım günü Spartakistlerin ve İşyeri Temsilcilerinin genel grev çağrısı üzerine çeşitli fabrikalarda ilan edilen grevler birbirini izledi.
Olaylar durmak bilmiyordu, sokaklara akan işçi kitleleri emniyet sarayını zaptettiler ve siyasal tutukluları serbest bıraktılar. İşte bu gelişmeler neticesinde sosyal demokrat liderler Scheidemann ve Ebert, İmparatoru tahttan çekilmeye razı ettiler. Böylece 9-10 Kasım tarihlerinde iyice yükselen başkaldırı İkinci Wilhelm’i tahtından indirmiş oluyordu. Almanya’da kraliyet yönetimi sona erdi ve 10 Kasım 1918’de Weimar Cumhuriyeti kuruldu. Burjuva cumhuriyetin kuruluşu sosyal demokrat Scheidemann tarafından kraliyet sarayının balkonundan ilan edilecekti. Fakat bu ilanın üzerinden henüz yalnızca iki saat geçmişti ki, aynı yerden Spartakistler adına kitlelere seslenen Karl Liebknecht, proleter devrimin başladığını haykırıyordu. Ancak devrimci özlem ve niyetler bir yana, bundan sonrasında devrimin ilerleyebilmesi, burjuvazinin kudurgan saldırı dalgasını geri püskürtecek ve işçi kitlelerini devrimci iktidar için harekete geçirebilecek bir devrimci önderliğin varlığına bağlıydı. Ve Rosa, Karl gibi devrimci savaşçılara, işçi direnişlerine, kitle gösterilerine rağmen ne yazık ki Almanya’da olmayan da işte buydu.
Devrimin ilerleyişini kanlı saldırılarla durdurmayı planlayan burjuvazi bu iş için sosyal demokratları da göreve çağıracak ve bu süreçte Noske gibi hainler burjuvaziye hizmetleriyle öne çıkacaklardı. Olayların akışı tüm devrim örneklerinde olduğu üzere, sınıflarüstü bir demokrasi ve cumhuriyetin olamayacağını tüm çarpıcılığıyla ortaya koyuyordu. Spartakistlerin temsil ettiği devrimci unsurlar bu gerçeğin bilincindeydiler. Onlar, devrimin bir burjuva cumhuriyetin kuruluşuyla sona ermemesi ve işçilerin-emekçilerin egemen olacağı sosyal cumhuriyetin kuruluşuna ilerletilmesi için canla başla mücadele ettiler. Ne var ki onların siyasal gücü, henüz ancak işçi sınıfının küçük bir azınlığını harekete geçirebilecek bir düzeyle sınırlı idi. Nitekim burjuva cumhuriyetin kuruluşunu takip eden süreçte cereyan eden devrimci kalkışmaların akıbeti de bu gerçeği acı biçimde gözler önüne seriyordu.
6 Aralık olayları bu durumu somutlayan çarpıcı bir örnek oldu. 6 Aralık günü bazı subaylar Berlin’de toplantı halinde olan İşçi ve Asker Konseyleri Yürütme Kurulu üyelerini tutuklamaya teşebbüs etmişler ve buna karşı Spartakistler kent merkezine doğru yürüyüşe geçmiştiler. Ne var ki kent merkezine girişte askeri güçler tarafından durduruldular ve üzerlerine açılan ateş sonucunda 14 işçi yaşamını yitirdi. Bundan sonrası, Berlin’de devrimi ilerletmeye çalışan öncü güçlerle kentte egemen sınıflar lehine düzen sağlamaya kararlı karşı-devrimci güçler arasındaki çatışmalarla muhtemel bir sona doğru ilerleyecekti. Gericiliğin uğursuz güçleri devrimci öncü hareketi ezmek için açıkça harekete geçmişti. Hükümette yer alan sosyal demokrat bakan Scheideman’ın da işbirliğiyle, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un başlarına 100 bin Alman markı tutarında bir ödül konulmuştu.
1918 Aralık ayı boyunca ve 1919 Ocak ayının başlarında Berlin kenti devrimci işçilerle karşı-devrimci askeri güçler arasında çeşitli çatışmalara sahne oldu. Ama ne yazık ki siyasal arenada kitleleri etkileyen bir güç olarak Sosyal Demokrat partinin borusu ötmekteydi. Burjuvazinin hizmetindeki bu partinin politikalarına isyan eden bilinçli işçi kesimleri ise, hiçbir etkili siyasal karar mekanizmasında temsil edilmemekteydiler. Gerçi ortada bir ikili iktidar durumu vardı ama bu ikilide terazinin kefesi devrimci işçiler aleyhine işlemekteydi. İşte Spartakistlerin kurduğu Alman Komünist Partisi (KPD), ne yazık ki artık talihsizce gecikmiş biçimde ve de bu olumsuz koşullarda, 30 Aralık 1918’de yaşama gözlerini açtı. Sosyal Demokrat parti yönetimi ise devrimci unsurlara karşı açık katliam hazırlıklarının içine dalmış durumdaydı.
Nitekim 4 Ocak günü, nihayetinde Rosa ve Karl’ın katledilmesiyle sonuçlanacak olaylar zinciri yaşanmaya başlandı. Berlin’de SPD yönetimi, devrimci güçlerden yana tavır koyan Polis Müdürünü görevden aldı. Bunun üzerine KPD, Devrimci İşyeri Temsilcileri ve Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi hükümetin tutumuna karşı koyan bir gösteri çağrısında bulundular. Devrimci işçiler bu çağrı üzerine harekete geçecekler ve ertesi gün de bir devrim komitesi kurulması kararı alacaklardı. Devrim Komitesi karşı-devrimci gelişmeleri engelleyebilecek kararlar üretmek için sürekli toplantı halindeydi. Ama devrimin ilerletilmesi için kesin harekete geçirici bir siyasal güce ne yazık ki sahip değildi. Karşı-devrimci güçler ise artık Rosa’ları öldürmek üzere planlarını doğrudan yürürlüğe koymaktaydılar. Reich ordusunun başkomutanı ve İçişleri Bakanı tayin edilen sosyal demokrat Noske, Rosa’nın katline bizzat onay vermişti. Resmi ordunun yanı sıra, milliyetçi öğrencilerden ve başıbozuklardan devşirilen Freikorps (Gönüllü Birlikler) adlı birlikler örgütlenmişti. İşte bu paramiliter faşist güçler 10 Ocak günü devrimcilere karşı açık saldırıyı başlattılar.
Devrimci işçi temsilcileri tutuklanıp kurşuna dizildi; hükümet yanlısı birlikler devrimci unsurların işgal ettiği binaları tek tek ele geçirerek onları katletmeye giriştiler. Yeterli hazırlıktan yoksun devrimci kalkışmaların yol açacağı felâketlere karşı her zaman siyasal bir mücadele yürütmüş olan Rosa ve Karl ise, artık bir kez ok yaydan çıktığı için devrimci kavga yoldaşlarının yanı başındaydılar. Bu iki yiğit devrimci önder yoldaşlarıyla aynı kaderi paylaşacaktılar. Nitekim Rosa ve Karl 15 Ocak günü Freikorps tarafından ele geçirildiler ve cezaevine götürülürlerken dipçik darbeleriyle katledildiler. Sosyal demokrasinin ihanetine ve doğuracağı tehlikelere erken tarihlerden itibaren dikkat çeken Rosa’nın ve yoldaşı Karl’ın ölümü, son nefesinde Rosa’yı bir kez daha haklı çıkarırcasına, sosyal-demokrasinin hain liderlerinin eliyle gelmiş oldu. Fakat diğer yandan, devrimci görev başındayken gelen ölüm aslında Rosa’nın gönlüne göreydi. O bu arzusunu, hapishanedeyken Karl Liebknecht’in eşi Sonia’ya yazdığı mektupta şöyle dile getirmişti: “Her şeye rağmen görev başında, bir sokak çatışmasında ya da darağacında can vermek isterim.” Devrimci mücadelenin sert doğası Rosa’nın arzusunu karşılıksız bırakmamış, ölüm kapısını arzu ettiği biçimde çalmıştı.
Vardım, varım, varolacağım!
Karşı-devrim Karl ve Rosa’nın yaşamına son vermeyi başararak sanki bir zafer kazanmış gibiydi. Oysa işin aslında, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht sergiledikleri devrimci tutumla artık yok edilmeyi olanaksız kılacak biçimde ölümsüzleşmişlerdi bile. “Berlin’de düzen hüküm sürüyor” diyen karşı-devrimcilere, “bu ‘yenilgiden’ geleceğin zaferi çiçek verecektir!” diye meydan okumaktaydı Rosa. Onun öldürülmesinden bir gün önce kaleme aldığı ve devrimci ateşler saçan o eşsiz satırları, karşı-devrimin zaferini bir Pirus zaferine çevirmişti: “Zafer kazanmış bir edayla, ‘Berlin’de düzen hüküm sürüyor’ diye bildiriyor burjuva basını; Ebert ve Noske ‘düzen sağlandı’ diyor; sokaklarda küçük-burjuva serserilerin mendil sallayıp, hurra diye bağırarak alkışladığı muzaffer birliklerin subayları ‘düzen sağlandı’ diyor. . . ‘Varşova’da düzen hüküm sürüyor!’, ‘Paris’te düzen hüküm sürüyor!’, ‘Berlin’de düzen hüküm sürüyor!’. Her yarım yüzyılda bir, ‘düzen’in bekçileri, dünya çapında mücadelenin odaklarından birisinde, zafer bültenlerini böyle yayımlıyorlar. Ve etekleri zil çalan bu ‘galipler’, düzenli aralıklarla kanlı kıyımlarla korunması gereken bir ‘düzen’in kaçınılmaz olarak kendi yıkımına gittiğini fark etmiyorlar.” (Rosa Luxemburg, Spartakistler Ne İstiyor? derlemesi içinde, Belge Yay., s.165)
Rosa’nın Rote Fahne (Kızıl Bayrak) gazetesinde yayınlanan bu yazısında yer alan satırlar gerçekten de onu burjuvazi tarafından yok edilmesi imkânsız bir devrim meşalesine dönüştürmüştür. Spartakistlerin yaktığı devrimci ateş yıllara meydan okuyarak günümüze ulaşmıştır ve bugünün işçi kuşaklarını devrime çağırmaktadır: “‘Berlin’de düzen hüküm sürüyor!’ Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin ‘düzeniniz’. Devrim daha yarın olmadan, ‘zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır!’ ve sizleri dehşet içinde bırakıp, gür sesi ile şunu haykıracaktır: ‘Vardım, Varım, Varolacağım!’” (Rosa, age, s.172)
Yoldaşı Karl Liebknecht ise, öldürüldüğü gün (15 Ocak 1919) yazdığı Her Şeye Rağmen başlıklı makalede, işçi sınıfının düşmanlarının suratına “zafer olan yenilgiler vardır” diye haykırmaktaydı: “Spartaküs’e hücum! Spartakistleri vurun! naralarıyla inliyor sokaklar. Basın Spartaküs’ün yenilgisini kutluyor. Devrimci işçilerin silahlarının alınması ve eski Alman polisinin yeniden örgütlenmesi Spartaküs’ün bastırılışını damgalıyor... Evet! Berlin’in devrimci işçileri yenildi. Evet! Yüzlercesi öldürüldü. Evet! Yenildiler. Çünkü güvendikleri askerler, denizciler, halk güçleri onları terk etti. Başlarındakilerin kararsızlığı ve zayıflığı onları felç etti. Ve egemen sınıfların muazzam karşı-devrimci dalgasında boğuldular. Evet, yenildiler. Yenilmeleri tarihsel bir zorunluluktu. Çünkü vakit henüz olgunlaşmamıştı. Ancak ne var ki savaş kaçınılmazdı. Ebert çetesi proletaryayı savaşa zorladı. Evet! Berlin’in devrimci işçileri yenildiler. Ebert-Scheidemann zafer kazandı. Çünkü generaller, bürokrasi, soylular, para babaları, gerici olan herkes onların yanındaydı. Ancak zafer olan yenilgiler ve yenilgi olan zaferler vardır. Ocak ayının mağlupları ezilen insanlığın en soylu amacı için çarpıştılar, kanlarını döktüler. Bugün yenilenler yarın zafer kazanacaklardır.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 2, s.631)
Alman devriminin Rosa ve Karl’ın satırlarıyla tarihe kazınan olumlu yönleri unutulamaz. Ancak bununla birlikte, devrimci insana düşen görev bir deneyimin yalnızca olumlu görünen yönleriyle yetinip tatmin olmamak ve asıl olarak onun eksiklerinden ve hatalarından ders çıkarmaya çalışmaktır. Benzer onlarca örnekte olduğu gibi vaktiyle Almanya’da yaşananlar da, başlamış olan bir devrimin yarı yolda kalakalmasının işçi sınıfı açısından ölümcül sonuçlar doğuracağını açıkça ortaya koymuştur. Sömürücü sınıflara ait devlet aygıtı parçalanıp tarihin çöp sepetine atılmadıkça, işçi sınıfı devrimci bir sürecin ilerleyişi içinde her an karşı-devrimin tehdidi altında demektir. Nitekim Almanya örneğinde devrimin yenilgisi faşizmin yükselişinin önünü açmış ve onun iktidara tırmanabilmesini mümkün kılmıştır.
Bu önemli dersler yalnızca geçmişte olmuş bitmiş olaylarla sınırlı bir boyuta sahip değiller kuşkusuz. Aslında tüm yakıcılığıyla günümüzde yaşanan olaylara ışık tutuyorlar. Örnekse, ilk planda akla gelen, günümüzde Venezuela’da yaşanan devrimci süreçtir. Bir devrim durumunun içinde iktidar koltuğuna oturan Chavez yönetimi devrimin ilerletilmesini değil, yarı yolda durdurulmasını temsil etmektedir. Venezuela’da burjuva devlet aygıtı yıkılmamıştır, sapasağlam yerinde durmaktadır. Daha da kötüsü, Chavez yönetimi bu gerçeğe rağmen işçi-emekçi kitleleri sanki devrim ilerliyormuş gibi fena halde yanıltabilmektedir. Oysa tüm zamanlar için geçerli olmak üzere ifade etmek gerekir ki, devrimle asla oyun olmaz, devrimin yarı yolda durdurulması felâket getirir. Devrimci kalkışmaları başarıya ulaştıramayan işçi sınıfı karşı-devrimin zulmüyle yüz yüze gelir.
Rusya’da Ekim Devriminde işçi sınıfı, Lenin ve Bolşevik önderlik sayesinde devrimi yarı yolda bırakmayıp siyasal iktidarın fethi noktasına kadar ilerleme şansına sahip olabilmişti. Alman devrimi ise, bilinçli işçilerin yiğitçe mücadelelerine, Rosa ve Karl gibi devrimci liderlerin varlığına ve çabasına karşın, böyle bir önderlik zamanında inşa edilememiş olduğundan yenilgiyle sonuçlandı. Almanya’da işçi kitlelerinin güvenini bizzat onların deneyimleri temelinde kazanacak bir parti önceden inşa edilemediği içindir ki, işçi sınıfının önemli bir bölümü tarihi karar anlarında hâlâ sosyal demokratları izlemeyi sürdürdü. Özetle, devrimci önderliğin inşasının gecikmesi, işçi sınıfı kitlesinin reformist örgütlerden (Almanya örneğinde sosyal demokrasiden) kopmasını engellemiş oldu.
Alman devrimi yalnızca Alman işçi sınıfının geleceği açısından değil, dünya devriminin ilerleyebilmesi ve dolayısıyla Rusya’daki devrimci işçi iktidarının varlığını koruyabilmesi açısından da hayati bir önem taşıyordu. O nedenle onun yenilgisi dünya üzerindeki enternasyonalist devrimcileri büyük bir hüsrana sürükledi. Ve Ekim Devriminin Rusya’da yalıtılmasına neden olarak, daha sonraki yıllarda kurulacak olan bürokratik iktidarın da önünü açtı. Sonuçta Rosa ve Karl gibi devrimci önderler, tıpkı Lenin ya da Troçki gibi, işçi sınıfının mücadele tarihinde onurlarıyla yerlerini aldılar. Fakat ne yazık ki Almanya ve Avrupa devriminin imdada yetişmemesi nedeniyle yalnız kalan Ekim Devrimi, egemen sınıf düzeyine yükselen bürokrasi eliyle katledildi.
Son derece açık olan bir gerçeklik var. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi siyasal kişiliklerin, aradan geçen uzun yıllara, dil ve mekân farklılıklarına meydan okuyarak bugün dünyanın dört bir yanında devrimci insanların kavgasında yaşaması boşuna değildir. Onlar dünya işçi sınıfını siyasal bataklığa sürükleyen reformizme, milliyetçi histeri kampanyalarıyla birbirine kırdıran sosyal şovenizme karşı devrimci mücadele bayrağını açmış militan insanlardır. Onların yürekleri son ana dek işçi sınıfının enternasyonal özlemleri için çarpmıştır.
Nitekim bu önemli husus, Ekim Devriminin önderlerinden Troçki’nin, Rosa ve Karl’ın ölümlerinin ardından kaleme aldığı anma yazısında en güzel biçimde dile getirilir: “Bizim için Liebknecht, sadece bir Alman lider; Rosa Luxemburg da sadece Alman işçilerine önderlik eden bir Polonyalı sosyalist değildir. Hayır, onlar tüm dünya proletaryasının yakınlarıdır ve hepimiz, onlara kopmaz manevi bağlarla bağlıyız. Onlar son nefeslerine kadar, herhangi bir ulusa değil, Enternasyonal’e ait oldular.”
Rosa’nın yakın mücadele yoldaşlarından Clara Zetkin’in onun ölümünden sonra yazdığı satırlar da unutulmaması gereken bir değerlendirme olarak günümüze uzanır: “Rosa Luxemburg’ta sosyalist fikir, hem kalbin, hem beynin hiçbir zaman sönmeden yanan güçlü ve egemen bir ihtirasıydı. Bu şaşırtıcı kadının büyük amacı sosyal devrim yolunu hazırlamak, sosyalizme giden tarih patikasını temizlemekti. Devrim denemesi, devrim için çarpışmak onun en büyük mutluluğuydu. Bütün hayatını ve varlığını sosyalizme vakfetti… O, keskin bir kılıç, canlı bir devrim aleviydi.”
Burjuvazi Rosa Luxemburg ve yoldaşı Karl Liebknecht’i katletti. Ama onların devrimci mücadelesini yok edemedi. Nitekim Rosa ve Karl, ölümlerinden birkaç ay sonra toplanan Komünist Enternasyonalin kuruluş kongresinde devrimci varlıklarıyla yerlerini aldılar. Kongrenin açılış konuşmasını yapan Lenin, “Üçüncü Enternasyonalin en iyi temsilcileri olan Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un anısına sizleri saygı duruşuna davet ediyorum” diyerek kongreyi açmıştı. Ve Lenin konuşmasına, hatalı bulduğu bazı noktalarda eleştirdiği Rosa’nın devrimci hakkının yenmemesi için tarihsel uyarı anlamına gelecek sözlerle devam edecekti: “Bütün hatalarına rağmen o bir kartaldı ve kartal olarak kalacaktır; ve anısı bütün dünya komünistleri için daima değerli olmakla kalmayacak, aynı zamanda biyografisi ve bütün eserlerinin yayınlanması, tüm dünyada pek çok komünist kuşağın eğitilmesinde son derece yararlı kılavuzlar olarak hizmet edecektir.” Lenin’in bu konuşmasında veciz biçimde belirttiği üzere, Rosa Luxemburg dünya işçi hareketinin tarihine “Alman sosyal-demokrasisi 4 Ağustos 1914’ten sonra kokuşmuş bir cesettir” diyen devrimci duruşuyla geçti. Paul Levi, Scheidemann, Kautsky türünden tavuklar ise, işçi hareketinin arka bahçesindeki çöplükler arasında gıdaklayıp durdular.
Evet, Lenin’in dediği gibi Rosa bir kartaldı ve devrimci mücadele içinde son nefesini verdiğinde kızıl kanatlarıyla yükseklere uçarak aramızdan ayrıldı. O bugünün kuşaklarına çeşitli eserlerinin yanı sıra devrimci mücadeleye adanmış militan bir yaşam örneği de bıraktı. Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Alman devriminde yaşamlarını yitiren diğer Spartakistler, kızıl kanatlı atlılar gibi mücadele ederek bu dünyadan uzaklaştılar. Ama Spartakistlerin yaktığı devrimci meşale söndürülemedi. O meşale her daim yanmayı sürdürecek! Liebknecht’in Her Şeye Rağmen adlı makalesindeki unutulmaz sözleriyle ifade edecek olursak, “çünkü Spartaküs, proletaryanın devriminin ateş ve aklı demektir; o, proletaryanın devriminin yüreği ve ruhu; irade ve özlemi demektir. Ve Spartaküs, sınıf bilinçli proletaryanın tüm kararlılığı ve mutluluk özlemi demektir. Çünkü Spartaküs, sosyalizm ve dünya devrimi demektir.”
Öncü örgüt ve kitle mücadelesi diyalektiği
Sosyalizm ve dünya devrimi için mücadeleye adanmış yaşamlarıyla, Spartakist önderlerin dünyanın çeşitli ülkelerinde devrimci kuşaklara örnek oluşturacağına hiç kuşku yok. Ancak bu önemli gerçeğin yanı sıra, Alman devrim deneyimi, devrimci örgütün inşası konusundaki zaaf ve gecikmelerin faturasının çok ağır olduğunu da tüm çarpıcılığıyla gözler önüne seriyor. İşin aslına bakılacak olursa, Alman devriminin ilerleyişi içinde yaşananların, bizzat Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi Spartakist liderlere de örgüt sorununda eksik ve hatalı oldukları yönleri gösterdiği çok açıktır. Zaten onlar bu yüzden nihayetinde Alman Komünist Partisi’ni var etmek için harekete geçmişlerdir, fakat bu konudaki gecikmeleri telafi edilmez kayıplara neden olmuştur.
Alman Komünist Partisi’nin kuruluşundan önce Spartakistler Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi’nin (USPD) içindeydiler. Bu parti, SPD’nin açık şoven ve işbirlikçi politikalarının yükselen dozuna artık ortak olmak istemeyen Kautsky ve Bernstein gibi liderler tarafından 1917 Nisanında kurulmuştu. İçinde devrimci unsurların yer almasına karşın USPD yönetimi genelde merkezci siyasal tutumlar sergilemekteydi. Bağımsız siyasetlerini sürdürmek koşuluyla olsa bile, Spartakistlerin bu partiye katılmaları aslında bir hata idi. Devrimi ilerletebilmek için ayrı bir önder partinin gerekliliğini nihayetinde kavrayan Spartakistler USPD’den ayrıldılar ve diğer bazı devrimci çevrelerin de katılımıyla 30 Aralık 1918 tarihinde Alman Komünist Partisi’ni (KPD) kurdular.
Ancak ne yazık ki, Rosa’ların komünist parti çatısı altında yürütecekleri devrimci mücadele süreci yalnızca iki hafta sürebilecekti. Gecikme çok açıktı. Alman örneğinde artık devrimin yenilgiye sürüklendiği bir kesitte kurulan devrimci parti, Rus örneğinde Lenin’in örgüt sorunundaki doğru tutumu sayesinde çok önceden var edilebilmişti. Bu noktada günümüz açısından da atlanmaması gereken bir ders yer alır. Kapitalizmin emperyalist aşaması, ekonomik alanda derinleşen krizlere paralel olarak siyasal alanda da ciddi çalkantı ve istikrarsızlık eğilimiyle seyreder. Düzene karşı yükselen toplumsal hoşnutsuzluk temelinde siyasal koşullarda ani değişimlerin yaşanması, işçi sınıfının devrimci partisinin etkisini belirleyici kılar. Bu hususa dikkat çeken Lenin, bazen iki ya da üç günün uluslararası devrimin kaderini belirleyebileceğini söylemiş ve devrimci öncü partinin inşasının yakıcı önemini vurgulamıştır. Rosa Luxemburg ve Troçki gibi devrimci önderler, örgüt anlayışı bağlamında uzun bir süre Lenin’in açılımlarını benimsememiş ve bu konuda ona eleştiriler yöneltmişlerdir. Fakat somut pratik ve tarihsel deneyim neticede kimin haklı olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Rosa Luxemburg’un örgüt sorununda Lenin’in Ne Yapmalı kitabındaki açılımlarını eleştirdiği ve karşılığında Rosa’nın da Lenin tarafından kendiliğindenciliğe prim vermekle suçlandığı bilinir. Ne var ki bu konuya boyundan büyük anlamlar yüklemek ve Rosa’yı kendiliğindenciliğe tapan biri olarak göstermek yanlış olacaktır. Rosa’nın devrimci örgütün inşası sorununda hatalı bir yaklaşımı olsa bile, Rosa örgütsüzlüğü savunmamıştır. Fakat öncü örgüt-kitle mücadelesi diyalektiği bağlamında Lenin çubuğu öncü örgütün gerekliliği yönünde bükerken, Rosa ise kitle mücadelesinin önemine çevirmiştir. Dolayısıyla, söz konusu faktörler arasındaki diyalektik ilişki ve konunun bütünselliği göz önünde tutulacak olursa, aslında iki devrimci önderin açılımlarından da öğrenilecek ayrı ayrı son derece önemli hususlar mevcuttur. Bu nedenle, Lenin’in öncü örgütün inşası konusundaki haklılığını ve yol göstericiliğini unutmamak koşuluyla, Rosa’nın devrimci mücadelede kitlelerin tarihsel rolüne yaptığı vurguların önemi ve isabeti de asla göz ardı edilemez.
Ünlü Junius broşüründe, “özeleştiri, bütün çıplaklığıyla, acımasız, meselenin temeline kadar inen özeleştiri, proleter hareketin yaşam nefesi ve yaşam ışığıdır” der Rosa. Bilimsel eleştiri ve kuşku olmaksızın Marksizmin bir dogmaya dönüşeceği tehlikesini her zaman ateşli bir dille vurgulamıştır. Rosa, sosyalizm için mücadelenin sekter, bürokratik ve ikameci tutumlarla asla başarıya ulaştırılamayacağı üzerinde dururken ne kadar haklıdır. Ekim Devriminin ürünü olan işçi iktidarının Lenin’in ölümünden sonra egemen olan bir bürokrasi eliyle katledilmesi, Rosa’nın bu konudaki uyarılarının tarihsel haklılığını ve önemini gözler önüne serer. O nedenle Rosa’nın sesine kulak vermek zorunludur ve yalnızca öncü örgütün inşası konusunda doğru görünen tutumlar takınmakla iş bitmemektedir. Proletaryanın devrimci tarihsel rolünü, öncü örgüt-kitle mücadelesi diyalektiği bağlamında bir bütün olarak doğru kavramak gereklidir.
Günümüzde enternasyonalist komünist eğilimi dünya ölçeğinde örgütlemenin ve güçlendirmenin temel bir görev oluşturduğu açıktır. Bu görevin üstesinden gelebilmek için de, Lenin, Troçki ve Rosa gibi önderlerin devrimci mücadelenin ilerleyişine farklı noktalarda ışık tutan doğru görüşlerini içselleştirmek ve benimsemek gerekmektedir. Onların her biri devrimci Marksist geleneğimizin bir parçasıdır. Bu bütünselliği parçalayarak ayrı ayrı isimlerle etiketlenmiş “gelenekler” icat etme işi de olsa olsa küçük-burjuvaziye yaraşabilir.
Devrimci kuşakların bugün de, sosyalizmin tepeden buyruklarla kurulamayacağını devrime olan tüm inancıyla vurgulayan Rosa’dan öğrenecekleri o kadar çok şey var ki! Bürokratik diktatörlük altında tamamen tasfiyeye uğrayan Ekim Devriminin kaderi ve buna dair tarihsel deneyim, Stalinizm tarafından çarpıtılmamış Marksizmin haklılığına olanca çarpıcılığıyla işaret ediyor. İşte Rosa’nın savunmaya çalıştığı da bu Marksist anlayış olmuştur ve o, tarihi kitlelerin yaptığına işaret eden Marx ve Engels’in izinden gitmiştir.
Devrim mücadelesinde işçi kitlelerinin yaratıcı gücüne inanan ve işçi iktidarının yaşatılabilmesi için işçi demokrasisinin zorunluluğuna dikkat çeken Rosa Luxemburg bu gibi konularda yerden göğe haklıdır. Sosyalizm, ancak ve ancak komün tipi demokrasi şeklinde örgütlenen bir işçi sınıfıyla inşa edilebilir. Lenin’in örneklediği tipten bir devrimci önder partinin inşasını savunmak ne denli gerekliyse, işçi iktidarının bir parti diktatörlüğü olmadığına yürekten inanmak ve buna uygun bir siyasal çizgi benimsemek de o kadar gereklidir. Rosa’nın dediği gibi, işçi iktidarı sınıfın diktatoryası olmalıdır, sınıf adına yöneten küçük bir azınlığın değil! Kuşkusuz her demokrasi özünde bir sınıf diktatörlüğüdür ve bu bakımdan işçi sınıfının iktidarı da proletarya diktatörlüğü demektir. Ancak bu gerçekliği ifade etmekle iş bitmemektedir. İşin daha önemli olan yönünü, altını kalınca çizerek vurgulamak gerekir. Proletarya diktatörlüğü demokrasinin kaldırılması değil, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi-emekçi kitleler için tarihte ilk kez en geniş demokrasinin tesisi anlamına gelir.
Sosyalizm, bir avuç aydının veya kitleleri sopalarıyla gütmeye meraklı sözde devrimci kadroların tepeden inme emir ve kararnameleriyle inşa edilemez. Bu bakımdan Alman Komünist Partisi’nin 31 Aralık 1918 tarihinde toplanan kuruluş kongresinde Rosa’nın yaptığı konuşma, bugünün devrimcilerine de ışık tutacak bir tarihsel önem taşımaktadır: “Sosyalizm mücadelesinde kitleler savaşmalıdır, kapitalizme karşı göğüs göğüse yalnızca kitleler çarpışmalıdır, her fabrikada, her proleter kendi patronuna karşı mücadele vermelidir. Sosyalist bir devrim ancak bundan sonra gerçekleşebilir. Buna rağmen, düşüncesizler, olayların gidişiyle ilgili daha farklı görüntüler çizdiler. Gerekli olan şeyin yalnızca eski hükümeti yıkmaktan, sosyalist bir hükümeti başa geçirmekten, sonra da sosyalizmi yerleştirecek kararnameleri yayınlamaktan ibaret olduğu sanılıyor. Bunun bir hayalden başka bir şey olmadığı bir kez daha ortaya çıktı. Sosyalizm kararnamelerle yaratılamayacak ve yaratılamaz da; ve de sosyalizm, ne kadar sosyalist olursa olsun herhangi bir hükümet tarafından kurulamaz. Sosyalizm, kitleler tarafından, tek tek her proleterin katılmasıyla yaratılabilir. Kapitalizmin zinciri dövüldüğü yerden kırılmalıdır.” (Rosa, age, s.151-152)
Nihayet, ele aldığımız konunun bir başka önemli yönünü oluşturan bir hususa da açıklık getirelim. Örgütsel sorunlarda Rosa ve Lenin arasında yaşanmış olan polemiklerden hareketle, Rosa’yı Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin tarihsel önemini kavramamış bir insan konumuna indirgemek tamamen yanlış ve haksız bir siyasal yaklaşım olur. Aslında bu konuda lafı uzatmaya hiç mi hiç gerek yoktur. Zira devrimci siyaset açısından tamamen çapsız ve kifayetsiz küçük-burjuvaların yersiz suçlamalarına en iyi cevabı bizzat Rosa Luxemburg’un satırları vermektedir: “Bolşevikler, gerçek bir devrimci bir partinin tarihsel olanakların sunduğu sınırlar içinde yapabileceği katkıyı her şeyiyle yapabileceklerini gösterdiler. Onlardan mucizeler yaratmaları beklenmiyor. Savaş tarafından tüketilmiş, emperyalizm tarafından boğazlanmış, uluslararası proletarya tarafından ihanete uğramış, yalıtılmış bir ülkede, örnek ve kusursuz bir proleter devrimi bir mucize olurdu.
“Önemli olan, Bolşeviklerin politikalarında temel olanla olmayanı, özsel olanla kazara ortaya çıkan sivrilikleri ayırt edebilmektir. Bütün dünyada belirleyici nihai mücadelelerle yüz yüze olduğumuz bu dönemde, sosyalizmin en büyük sorunu zamanımızın en yakıcı sorunu haline geldi ve hâlâ da öyle olmaya devam ediyor. Bu sorun, şu ya da bu ikincil taktik sorunlardan biri değil, fakat proletaryanın eyleme geçme kapasitesiyle, eylem gücüyle, sosyalist iktidarı gerçekleştirme iradesiyle ilgilidir. Bu bakımdan, Lenin ve Troçki ve arkadaşları dünya proletaryasına bir örnek oluşturarak ilk olarak öne çıkanlar oldular; onlar şu ana kadar hâlâ Hutten’la birlikte şu şekilde haykırabilecek olan biricik örnek olmaya devam ediyorlar: ‘Ben buna cüret ettim!’
“Bolşevik siyasette temel ve kalıcı olan budur. Bu anlamda Bolşevikler siyasal iktidarı fethetmek, sosyalizmin gerçekleştirilmesini pratik bir sorun olarak koymak ve bütün dünyada emekle sermaye arasındaki hesabın görülmesi davasını ilerletmek yoluyla uluslararası proletaryanın başını çekerek ölümsüz bir tarihsel hizmette bulundular. Rusya’da sorun sadece ortaya konabilirdi. Rusya’da çözülemezdi. Ve bu anlamda gelecek her yerde ‘Bolşevizme’ aittir.” (Rosa, Rus Devrimi)
link: Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa /1, 28 Aralık 2008, https://marksist.net/node/1953