Kapitalist sistemin tarihsel bir kriz içinde debelendiği günümüz koşullarında Marksizmin ve sosyalizmin savunusu devrimci mücadele açısından büyük önem taşıyor. Kapitalist sistem yaşlandı ve çürüdü. Kapitalist çürüme ve kriz sonuçlarını en çarpıcı biçimde, toplumsal çürümeyle, milyonlarca insanı ölümlere sürükleyen emperyalist savaşlarla, otoriterleşme eğilimiyle, insanın ve doğanın tahammül edilemez boyutlara varan tahribiyle ortaya koyuyor. Bu kahrolası sömürücü ve baskıcı toplumsal düzenden kurtulup sosyalizme yelken açmak her açıdan zorunlu hale geldi. Marksizm insanlığı özgürlüğe taşıyacak sosyalizm için yolu açan yegâne devrimci dünya görüşüdür. O nedenle, Marksizmi yıllar boyunca uğratıldığı çarpıtmalardan kurtarmak ve geçmişte sosyalizm adına yaşananların sosyalizm olmadığını kanıtlayarak devrimci mücadeleyi yükseltmek, günümüzde temel ve yakıcı bir görev oluşturuyor.
Burjuvazinin Marksizme ve sosyalizm mücadelesine kara çalabilmek için elinden geleni ardına koymadığı aşikârdır. Burjuva ideolojisi, 20. yüzyılın uzun bir dönemi boyunca sosyalizm adına hüküm süren bürokratik rejimlerin çöküşünü de büyük bir fırsat olarak değerlendirmişti. Buradan hareketle, Marksizmin, sosyalizmin ve tarihin sonunun geldiğini ilan ve propaganda etmek pek bir moda olmuştu. Ne var ki, o dönemlerde tahmin ve ifade ettiğimiz gibi, kapitalizmin bu cicim ayları çok uzun sürmedi. Dünya üzerinde tek başına kalan kapitalist sistem 21. yüzyıla, kendi derdine yanmaya başlayacağı derin bir bunalımla adım attı. Ancak kapitalizmin bunalımları, sosyalist mücadelenin ve Marksizmin kendiliğinden yükselişine yol açmıyor. Vaktiyle Marksizme ve sosyalizme çalınan karalar kendiliğinden temizlenmiyor. Yıllar önce belirttiğim gibi, “proletaryanın sosyalizm mücadelesinin yeniden rayına oturtulabilmesi için, tüm yaşananların anlamının Marksizmin devrimci perspektiflerinin ışığı altında sorgulanması gerekiyor.” (Elif Çağlı, Mayıs 1991 tarihli Önsöz, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay.)
Çöken sosyalizm değildi
Hatırlanacağı üzere, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki bürokratik rejimlerin art arda çöküşüne tanık olduk. Böylece kapitalist blok ile sözümona sosyalist blok arasında II. Dünya Savaşının uzantısı olarak yaşanan soğuk savaş dönemi de sona eriyordu. Eski dönem yerini, hegemonya çatışmaları ve emperyalist yeniden paylaşım kavgalarının ürünü olan sıcak savaşlara terk etmekteydi. Açılan bu yeni dönemde, Marksizmi ve sosyalizmi savunma görevinin önemi misliyle artmıştı. Bu görevi yerine getirmenin yolu da, öncelikle geçmişte neler yaşandığını ve bu yaşananların anlamını çözümlemekten geçiyordu. İşte burada bu yazının izin verdiği ölçüde, çöküş öncesinden başlayarak yürüttüğüm ve daha sonra Marksizmin Işığında adlı kitabın baskısında genişlettiğim çözümlemelerimde yer alan bazı temel hususlara değineceğim.
1917 Ekim Devrimi ile Rusya’nın sömürücü egemen güçleri iktidardan alaşağı edilmişti. Rusya gibi geri bir ülkede gerçekleşen proleter devrim, taşıdığı tüm eksikliklerine karşın, sovyetlerde örgütlü işçi-yoksul köylü yığınlarına dayanan devrimci bir işçi iktidarının doğumunu müjdeliyordu. Devrimci iktidarın çıkarttığı ilk kararnamelerin arasında, “Rusya’daki Halkların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” yer almaktaydı. Devrimi takiben ekonomik yaşamın düzenlenmesi bağlamında sanayide devletleştirmeler, tarımda büyük çiftliklerin örgütlenmesi gibi adımlar birbirini izledi. Ocak 1918 başında Lenin tarafından kaleme alınan ilk Sovyet Anayasası, o dönemde Bolşeviklerin Marksizme bağlılığını göstermesi bakımından dikkat çekiciydi. Anayasanın düzenlenişinde hem işçi devletinin geçiciliği hususu, hem de komünizmin alt aşaması olan sosyalizmin sınıfsız ve devletsiz bir toplumsal düzen olduğu belirtilmekteydi.
Rusya’da Ekim 1917’de muzaffer bir proleter devrimin ürünü olarak doğan işçi sovyetleri iktidarı, çok kısa bir süre sonra, Alman devriminin yenildiği ve dünya devriminin geri çekildiği bir ortamda kendisini yalıtılmış ve yalnızlaşmış olarak buldu. Ekim Devrimini takiben, devrimci proletarya iktidarını emperyalizmin ve burjuvazi-toprak ağalarının saldırılarına karşı korumak amacıyla çetin bir iç savaş dönemi yaşadı. O dönemdeki gelişmeleri aktaran askeri tarihçilerin işaret ettiği üzere, ağırlıklı olarak komünist işçilerden oluşan birlikler, devrimi savunmak amacıyla ölümüne savaştılar ve moral açıdan örnek oluşturdular. Ama ne yazık ki, proleter devrimin başını çeken deneyimli sanayi proletaryası bir yandan iç savaşta uğradığı kayıplar, diğer yandan kentlerdeki açlık nedeniyle köylere göç sonucunda zayıfladı. Devrimi gerçekleştiren işçi sınıfı atomize olurken, fabrikaları köyden yeni gelen yarı işçi-yarı köylü unsurlar doldurdu. Bu yeni işçiler, büyük sanayi merkezlerinde 1903’lerden 1917’lere uzanan devrimci mücadele döneminin ateşinde pişmemiş unsurlardı. Devrimci sınıf bilinci edinmemiş kafalarıyla, guruldayan boş mideleriyle ve en önemlisi de Rus despotizminin ataerkil mirasının ürünü olan bürokratik otoriteye itaatkârlıklarıyla, bürokratik liderlerin yükselişine elverişli bir zemin oluşturmaktaydılar.
Bu koşulların bir sonucu olarak, sovyet iktidarının can damarları olan yerel sovyetler işlevlerini yitirmeye başladı. Öte yandan, iç savaşın sonuna doğru Bolşeviklerin kazanacağının belli olmasıyla birlikte, iktidardaki partinin yaratacağı avantajlardan yararlanma güdüsüyle, kızıl gömlekleri kuşanan çıkarcılar partinin ve sovyetlerin yönetim kademelerine doluştular. Neticede Bolşevik Partinin üye yapısı kökten değişime uğradı. Verili tüm bu koşullar altında devrimi korumak için çırpınan öncü unsurlar, bu çabalarına rağmen devrimin ilerlemesini baltalayacak ciddi bir bürokratlaşma gerçeğiyle yüz yüze geldiler.
Lenin’in konuşmalarında ve yazılarında eleştirmekte olduğu bürokratikleşme olgusu, Rusya’nın içinde bulunduğu ekonomik ve kültürel gerilik koşullarında ölümcül bir hastalık gibi tüm bünyeyi sarmaya başlamıştı. Yanı sıra bu karanlık tabloya eklenen birçok toplumsal huzursuzluk, partiyi ve kuşkusuz somutta onun devrimci önderlerini, işçi devletini bir yıkımdan kurtarabilme umuduyla sert tedbirler almaya yöneltmişti. Muhalefet partilerinin yasaklanması, Bolşevik Partisi içinde muhalefet hakkının askıya alınması, ekonomide NEP (Yeni Ekonomik Politika) adlı yeni bir uygulamaya geçilmesi vb. 1921 dönemecinin olumsuzluklarla yüklü bazı sonuçlarına örnekti. Diğer yandan, Sovyetler Birliği’nin ticari açıdan yalıtılmışlığına son verebilmek amacıyla Londra’da 16 Mart 1921’de İngiliz-Sovyet ticaret anlaşması imzalanmıştı. Bu anlaşmayla İngilizler, Komintern’in sömürgelerde İngiliz karşıtı propagandaya son vermesi koşulunu kabul ettirdiler. Bunun en gözle görülür sonuçlarından birisi, Doğu Halkları Kurultayının ilk kongresinden sonra bir daha toplanmaması olacaktı. İşte 1921 dönemeci tüm bu göstergeleriyle, devrimci önderlerin endişelerine ve çırpınmalarına karşın bürokratik deformasyonun bürokratik yozlaşmaya doğru büyüdüğünü gözler önüne seriyordu.
Nitekim 1924’lere gelindiğinde, Lenin ve onun gibi düşünen önderlerin tüm çabasına rağmen, parti örgütlenmesinde ipler yükselen bürokrasinin ve bu durumun öne çıkarttığı bürokrat liderlerin eline geçecekti. Bu nedenle de Sovyet kurumları bürokrasinin egemenlik aygıtına dönüşmeye başlayacaktı. Lenin son dönem yazılarında ve ünlü vasiyetinde bürokratik aygıtın can sıkıcı sonuçlarına değinmekte ve son görevlerini yerine getirmek isteyen bir devrimcinin duyduğu endişeyle adeta haykırmaktaydı. Örnekse, Lenin Ekim Devriminin ezilen uluslara tanıdığı hakları işlemez kılan bürokratik uygulamaları kıyasıya eleştiriyordu. Bu bağlamda en başta Stalin’i Büyük Rus şovenizminin temsilcisi olmakla suçluyordu. İşçi demokrasisinin ruhuyla hiçbir biçimde bağdaşmayan bu uygulamalar, Sovyetler Birliği çatısı altında yer alan uluslar arasında tamiri mümkün olmayan nefret ve ayrılık tohumları ekecekti. Nihayet Lenin’in ölümüyle birlikte, parti ve devlet örgütlenmesinde bürokrasinin egemenliği geri döndürülemez biçimde güçlenecekti.
Stalin döneminde gerçekleşen “hızlı kolektifleştirme” temelinde küçük köylüye yöneltilen baskı ve zorlamalar ve işçi demokrasisinin tamamen katledilmesi, yoksul kitlelerin sosyalizmi kendilerine baskı uygulayan bir rejim olarak algılamalarına zemin oluşturdu. Bu gerçeklik, Rusya’nın uçsuz bucaksız kırsal alanlarında bürokratik iktidara karşı geleceğin milliyetçi öfkesinin temellerini attı. 1924-1928 arasında yaşanan çatışmalı süreç ise, bürokratik yozlaşma sonucunda işlevsizleşen işçi iktidarının bürokrasi tarafından doğrudan doğruya tasfiyeye girişildiği bürokratik bir karşı-devrim süreci oldu. Bu, olası bir burjuva karşı-devriminden tamamen farklıydı ve dıştan değil içten yürüyen bir karşı-devrim süreciydi. Bu süreçte yönetici bürokrasi Bolşevik Partisini kendi egemenlik aygıtı olarak yeniden örgütledi ve devleti mülk edinerek 1928 tarihsel dönemecinde egemen bir sınıf niteliğine yükseldi. İşçi sovyetlerinin iktidarı son bulurken, sovyetlerin göstermelik biçimsel varlığının devam etmesi ne yazık ki ortaya egemen bürokrasinin iktidarını yansıtan bir “Sovyetler Birliği” gerçeği çıkartmıştı.
Sovyet bürokrasisinin dünya devriminin ilerletilmesi hedefine karşıtlığı, onun kendi devletini, tıpkı burjuva devlet örneğinde olduğu gibi, “ulus-devletin çıkarlarını savunma” temelinde yapılandırmasıyla somutlandı. Sovyet bürokrasisi, bu temelde bir statükonun kurulmasına ve bunun dünya ölçeğinde korunmasına çalışmak üzere kendi resmi devlet ideolojisini yarattı. “Tek ülkede sosyalizm” masalı, egemen bürokrasinin dünya proletaryasının tarihsel çıkarlarının yerine kendi bencil ulusal çıkarlarını geçirmek amacıyla icat ettiği ve Marksizmi katleden resmi ideolojiydi. Bu ideoloji, ne yazık ki kimbilir kaç kuşaktan sosyalistin sosyalizm kavrayışını çarpıtacaktı.
Devleti mülk edinerek egemen sınıf katına yükselen bürokrasi için 1928 sonrası ise, kurulmuş bulunan bürokratik diktatörlüğü pekiştirecek hukuksal düzenlemeler süreci olacaktı. Egemen bürokrasinin devleti, bu süreçte, Ekim Devriminden arta kalan ne varsa bunları da işçi sınıfının elinden çekip almaya, tasfiyeyi tamamlamaya koyuldu. Örneğin sendikaların bağımsızlığı ortadan kaldırıldı, toplu sözleşme hakkına son verildi, grevler yasaklandı, grevci işçilere ölüm cezası getirildi. Kadın emekçiler, işçi devriminin armağanı olan kazanımlarını yitirdiler. Parti üyelerinin gelirini kısıtlayan kural kaldırıldı, bürokrasinin geliriyle işçi ücretleri arasında uçurumlar açıldı. Bir yandan ağır baskı ve tehdit, öte yandan göz yumma ve rüşvet sonucunda, işçilerin daha iyi bir gelecek yaratma umudu tamamen soldu. Umutsuzluk girdabı içinde kendilerini uyuşturma ihtiyacıyla alkolizm batağına battılar. İşte yıllardır kendini dünyaya “yaşayan sosyalizm” diye yutturan bürokratik diktatörlük altında işçilerin kaderi bu oldu.
Diğer yandan egemen bürokrasinin 1930’larda yürüttüğü “temizlik kampanyaları” dehşetiyle, 10 milyona yakın mahkûmun kapatıldığı çalışma kamplarıyla vb. totaliter bir rejimin tüm taşları döşendi. 1928’den “Sovyetler Birliği’nde artık sosyalizmin kurulmuş bulunduğu”nu ilan eden 1936 Anayasasının kabulüne dek geçen süreç, açık ki totaliter rejimin kurumlaşması ve stabilizasyonu özelliğiyle sivrilmişti. Böylece, devrim sonrasında başlıca tehlikeyi devlet organlarının toplumun hizmetkârlarından toplumun efendilerine dönüşmesinde gören Lenin’in programı yenilgiye uğratılmış oluyordu. Burada önemli bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Totaliter bir rejim, her ne kadar diktatörün oldukça “şahsi”leşmiş egemenliği ile karakterize oluyorsa da, bu durum hiçbir zaman rejimin özünü ve sınıf diktatörlüğünün niteliğini gözardı etmeyi haklı kılmaz. Nitekim 1953’te Stalin’in ölümünün ardından, Kruşçev’in Stalin’i suçladığı 1956 yılının ünlü 20. Kongresi, Sovyet rejiminin niteliğinde bir değişiklik yaratmadı.
Sovyetler Birliği’ndeki despotik-bürokratik rejim, kuruluşundan 1991 Aralığında çöküşüne dek varlığını sürdürdü. Bu dönem boyunca dünya sosyalist hareketinde gerçek Marksizm değil, Sovyet bürokrasisinin resmi ideolojisi olan çarpıtılmış bir “Marksizm” ve aslında bir çeşit “ulusal kalkınmacılık” olarak niteleyebileceğimiz sözde bir “sosyalizm” anlayışı egemen oldu. Bu durum, 1917 Ekim Devriminden sonra gerçekleşen devrimlerin ve II. Dünya Savaşı sonucunda Sovyet devletinin nüfuz alanı içinde kurulan devletlerin kaderini de doğrudan belirleyecekti.
Belirli bir tarih kesiti boyunca sosyalizm adına hüküm süren bürokratik rejimler arasında kuşkusuz bazı farklılıklar vardı; fakat temel özellikleri bakımından birbirlerinin benzeriydiler. Ancak bu örnekler arasında yalnızca Sovyetler Birliği’nde devrimci mücadele bir işçi iktidarının kurulması noktasına ulaşmıştı ve bu iktidar daha sonra egemen bürokrasi eliyle yıkılmıştı. Diğer örneklerde ise devrimci mücadele ya daha baştan farklı bir karakter içerdi ya da bürokratlaşmış Sovyet devletinin etkisiyle yolundan saptırılarak onun benzeri bir bürokratik rejimin kurulmasıyla sonuçlandı. Örneğin Doğu Avrupa devletleri dizisi, daha doğuşlarında Stalinist bürokratik egemenliğin uyduları ya da kopyaları olarak biçimlendiler. II. Dünya Savaşı sonrasında Sovyet bürokrasisinin hegemonyasına şu ya da bu ölçüde tavır koyan ve büyük bir halk devrimi neticesinde iktidarını kuran Mao önderliğindeki Çin’de de neticede rejimin niteliği farklı olmadı. Vietnam ve Küba gibi, emperyalizme karşı belleklerde derin izler bırakan mücadelelerle kurulan ulusal kurtuluşçu iktidarlar da son tahlilde Sovyetler Birliği’nin varlığı sayesinde Amerikan emperyalizminin nüfuz alanından kopabildiler ve dolayısıyla bu örneklerde de Sovyetler Birliği benzeri bürokratik rejimler kuruldu.
Marksizmi çarpıtılmamış haliyle kavramak gerek
Sovyetler Birliği’nde ve daha sonra benzerlerinde vücut bulan rejimlerin sosyalizmle bir ilgisi olmadığını kanıtlayabilmek için, Marksizmin bazı temel açılımlarını çarpıtılmamış halleriyle kavramak zorunludur. Bu bağlamda öncelikle birkaç temel hususu hatırlatarak ilerleyelim. Devrimci Marksizm proletaryanın nihai amacını, sınıfsız, devletsiz, özgür üreticiler toplumuna ulaşmak olarak ifade eder. Ama bu hedefe varabilmek için kapitalizmden komünizme geçiş dönemi boyunca bir devlete, fakat işlevini yerine getirdikçe sönümlenecek bir yarı-devlete ihtiyaç vardır. Paris Komünü tipinde bir devlet olarak tanımlanabilecek bu devlet proleter devriminin yaşayabilmesinin ve ilerletilebilmesinin olmazsa olmaz koşuludur. Ve işte Marksizmde proletarya diktatörlüğü diye adlandırılan iktidarın özü de tastamam budur. İşçi iktidarı, mücadele edilecek burjuvazi açısından bir diktatörlük, ancak işçi-emekçi kitleler açısından en geniş demokrasi olmak zorundadır. Yalnızca bu nitelikte bir iktidarın tesisiyle kapitalizmden komünizme geçiş dönemi yaşanabilir ve insanlık sınıfsız, devletsiz, meta ilişkisiz ve ulusal sınırların ortadan kalkmış olduğu bir toplum düzenine, yani alt aşaması sosyalizmden başlayarak komünizme ulaşabilir.
Komünist toplum, gerek alt gerek üst aşaması itibarıyla, sınıfsız, sınırsız, devletsiz bir toplumdur. İnsanın insan üzerindeki sömürüsünün tamamen son bulduğu, üretimin ve sosyal yaşamın tüm alanlarında özgür üreticiler topluluklarının doğrudan karar verdikleri ve uyguladıkları bir yaşam tarzıdır. Marx komünizmin alt aşaması (sosyalizm) ile üst aşaması arasındaki farkı vurgularken, bunları tek bir toplumsal düzenin iki ayrı olgunluk düzeyi olarak ele almıştır. Şöyle ki, sosyalizmde üretimin bölüşüm ilkesi “herkese emeğine göre” şeklinde ifade edilebilir. Komünizmin üst basamağında ise, insanlık “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” düzeyine yükselebilecektir. Ne var ki, Sovyetler Birliği’nde iktidarı işçi sınıfından çalan egemen bürokrasi, Marksizmi revize ederek Stalinizm adıyla bilinen resmi bir ideoloji yaratmıştır. İşte bu nedenle, sınıflı, devletli ve ulusalcı bir sözde sosyalizm anlayışı zihinlerden kazınması oldukça zor bir biçimde Türkiye sosyalist hareketine de yerleşmiştir.
Kapitalizmin egemenliğine nihai olarak son verilmesi ancak uluslararası ölçekte başarılabilecek bir iştir ve dolayısıyla işçi demokrasisi altında yaşanacak geçiş dönemi de ancak dünya arenasında tamamlanabilir. Ekim Devriminin örneklediği üzere, bir ülkede başarılı bir devrim neticesinde bir işçi iktidarı kurulabilir. Bu işçi iktidarının tarihsel görevi, siyasal iktidarı yitirmiş burjuvazinin iktisadi ayrıcalıklarına da son vermek, toplumsal dönüşümleri gerçekleştirerek kapitalizmin tasfiyesine girişmektir. Ancak kapitalizmden nihai kurtuluş dünya devriminin zaferiyle mümkün olabilir ve o nedenle de devrimci hedefleri ulusal ölçekle sınırlamak (tek ülkede sosyalizm gibi) gerici bir ütopya niteliği taşır. İşçi-emekçi kitlelerin devrimci mücadelesiyle kurulan işçi iktidarının ulusal ölçeğe hapsedilemeyecek tarihsel görevi, dünya devriminin ilerletilmesine çalışmaktır. Ulusal sınırlar içine ve hele de ekonomik bakımdan geri bir temele hapsolmuş bir işçi iktidarının bu yalıtılmışlık durumunun uzun sürmesi halinde zaten yaşama şansı yoktur. İşte Sovyetler Birliği’nde Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarının daha sonra başına gelenler bu dediklerimizi somutluyor ve doğruluyor.
Bir işçi iktidarı bürokrasisi ve profesyonel ordusu olmayan komün tipi bir toplumsal örgütlenmeye dayanmak zorundadır. İşçi demokrasisi proletarya diktatörlüğünün biçimlerinden biri değil, onun varoluş şartıdır, özüdür, olmazsa olmazıdır. İşçi demokrasisini tesis edebilmek için yalnızca eski devlet aygıtını parçalamak asla yeterli olmayacaktır. Daha da önemlisi, işçi iktidarının yeni efendilerin türemesine fırsat vermeyecek önlemleri alabilmesidir. Bu önlemleri kısaca sıralayalım: 1) Her işe seçimle gelme, ama her an görevden geri alınabilme 2) İşçinin aldığından yüksek olmayan bir ücret 3) Herkesin denetim ve gözetim işlerini yapabilmesi.
İşçi iktidarı kamu işlerinin organizasyonu ve yürütümü bakımından burjuva devletten kökten farklı olmak durumundadır; yaşayabilmesi için bürokrasisiz ve daha baştan sönmeye yüz tutmuş bir yarı-devlete dayanmalıdır. Söz konusu önlemlerin hayata geçirilmesi durumunda bu pekalâ mümkündür ve zaten işçi iktidarı ya işçi-emekçi kitlelerin doğrudan demokrasisi olabilmeyi başarır ya da yıkılır. Kamu işlerinin yürütümünde memur, uzman vb. çalıştırılması ile, kamu işlerinin yürütümünün yukarıdan aşağıya hiyerarşik otoriteye dayanan piramit biçiminde örgütlenmesini anlatan bürokrasi kavramı aynı şey değildir. Marksizmin “bürokrasisiz bir işçi iktidarı” kavramıyla kastettiği şey, memur ve uzman gereksiniminin son bulması değildir; kamu işlerinin bürokratik tarzda örgütlenmesine son verilmesidir.
Fakat şunu da önemle belirtmek gerekir ki, isterse işçi devleti olsun, devrimci Marksistler açısından “devlet”, varılmak istenen hedefe ulaşmakta kullanılması ne yazık ki zorunlu olan (fakat nihai hedefe oranla yine de sevimsiz!) bir araçtan başka bir şey değildir. O nedenle aracın amaçlaştırılmasına, ya da Marksizmin sanki “devlet” ve “diktatörlük” hayranı bir dünya görüşü gibi bayağılaştırılması anlamına gelecek yaklaşımlara kesinlikle karşı çıkmak gerekir. Bir diğer önemli nokta da şudur ki, proletarya diktatörlüğü esasen sovyetler, konseyler biçiminde örgütlenmiş işçi-emekçi kitlelerin doğrudan egemenliği demektir. Sovyet egemenliği asla partinin egemenliğine indirgenemez, indirgenmemelidir. Sovyet egemenliğini tek parti diktatörlüğü olarak tasarlamak, sovyetlerin tarihsel işlevini ve gerekliliğini hiç mi hiç kavramamış olmak demektir.
Geçiş döneminin ekonomik dönüşümleri hakkında genel bir değerlendirme yapmak da aydınlatıcı olacaktır. Bu dönemi karakterize eden, yalnızca eski düzenin yıkılması, kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi, kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesi değildir. Bu dönem esas olarak, işçi iktidarının planlı bir ekonomiyi örgütleyerek üretici güçleri bollaştırmaya koyulduğu, toplumsal işbölümünden türeyen ayrıcalık ve çelişkilerin ortadan kalkması için maddi ve kültürel gelişmelerin temellerini döşediği bir dönemdir. Yani bu dönem, ilerde sınıfsız toplumda ulaşılacak üretim ilişkilerinin ekonomik, sosyal, kültürel temellerinin döşendiği tarihsel bir dönemdir. Ayrıca, işçi sınıfının egemenliği altında bile olsa, devlet mülkiyeti toplumsal mülkiyetle özdeşleştirilemez. Proletaryanın devlet mülkiyeti, toplumsal mülkiyete giden yolda önemli bir adımdır, ama sadece bir adımdır. Üretim araçlarının mülkiyetinin herhangi bir dolayım olmaksızın doğrudan toplumsallaşması ise sınıfsız toplum düzenine ilişkin bir olgudur.
Geçiş toplumunun özelliklerinden söz ederken, yaşanan gerçeklik konusunda hiçbir yanlış anlamaya meydan vermemek için hatırlatalım ki, SSCB ve benzerlerinde olduğu gibi bürokratik devletin kumandası altında oluşmuş bir sosyo-ekonomik formasyonun, kapitalizmden komünizme geçiş dönemiyle hiçbir ilgisi yoktur. Zira işçi iktidarının yıkıldığı ya da zaten baştan varedilemediği bir toplumsal düzeni sosyalizme taşıyacak bir geçiş köprüsü mevcut değildir. Bürokratik rejim, proletarya diktatörlüğü ve geçiş dönemiyle alâkası olmayan, tamamen kendine özgü karakteristikleri temelinde irdelenmesi gereken bir toplumsal fenomendir.
Despotik-bürokratik rejimin özellikleri
Geçmişte Sovyetler Birliği’ndeki rejimin karakteri konusunda sosyalistler arasında pek çok tartışma yürütüldü. Sovyet devletinin yozlaşmış da olsa bir işçi devleti olduğu yanılgısına düşenler, bürokrasinin bir sınıf oluşturamayacağını, olsa olsa iktidarı işçi sınıfı adına sürdüren bir kast olduğunu iddia ettiler. Bu yanılgı Marx’ın yetersiz incelenmesinden ve toplumların tarihsel evriminde Doğu tipi gelişme çizgisinin yok sayılmasından kaynaklanıyordu. Oysa Marx inanılmaz derinlik ve yoğunluktaki Grundrisse çalışmasıyla, ilk çağlardan başlayarak, Doğulu ve Batılı toplumların tarihsel evrim çizgisinin farklılığını gözler önüne sermişti. Hatırlatalım, barbarlıktan uygarlığa, ya da sınıfsız toplumdan sınıflı ve devletli topluma geçişte, birincisi Doğu uygarlığının, ikincisi ise Batı uygarlığının evrim çizgisi olmak üzere iki ayrı geçiş biçimi yaşanmıştır. Doğu’da sınıflı topluma geçiş, Batı’dakinin tersine, özel mülkiyet temelinde değil, devlet mülkiyeti temelinde gerçekleşmiştir. Doğu despotizminde tek ve gerçek mülkiyet sahibi devlettir. Dolayısıyla eski Asyatik toplumlarda bürokrasi bağımsız bir sınıf oluşturabilmiştir ve hatta despotik devleti yöneten egemen bir sınıf konumuna yükselebilmiştir.
Burada önemle belirtmek gerekir ki, Doğu’nun eski Asyatik hükümranlıkları veya daha bilinen bir örnek olarak dirlik düzeni döneminin Osmanlı İmparatorluğu, devlet mülkiyetine dayanan yapılarıyla modern bürokratik rejimlerle özde derin bir benzerliğe sahiptirler. Fakat şu farkla ki, 20. yüzyılın SSCB benzeri despotik-bürokratik rejimleri, Asyalı tarım komünleri üzerinde değil, modern çağın sanayileşmiş üretici güçleri üzerinde biçimlenmişlerdir. SSCB ve benzeri ülkelerde, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verildiği, bunların devletleştirildiği koşullarda artık kapitalist işleyişten söz edilemez. Bürokrasinin egemenliği altında oluşan bürokratik kumanda ekonomisinin özsel amacı, yeniden üretim için gerekli olan artı-ürün birikimini sağlamaktır. Bu rejimde üretici kaynakların dağılımı egemen bürokrasinin tercihlerini yansıtan bürokratik bir merkezi plana göre gerçekleşir.
İncelememize konu olan modern despotik-bürokratik rejimlerde (“despotluk” kavramı keyfilik, ceberutluk, köle sahipliği anlamına gelmez, kulu yöneten otorite anlamına gelir) devlet bürokrasinin mülküdür. Bu nedenle bu bürokrasi (yani küçük memurlar vb. değil, tepede sivrilmiş yönetici unsurlar) siyasal ve iktisadi açıdan erkin sahibi bulunan egemen sınıfı oluşturur. Bürokratik devlet altında proletarya işgücünü, bürokrasinin egemenliğinde somutlanan devlete tahsis eder. İşçi sınıfının üretim sürecindeki pozisyonu, bürokratik devlete bağımlı ve egemen bürokrasi tarafından kolektif biçimde sömürülen bir niteliğe bürünür. Bürokratik rejimde kapitalizme özgü artı-değer sömürüsü yoktur, fakat artı-emeğin sömürüsü vardır ve bu rejimler sömürülü toplumlar sınıflaması içinde yer alırlar. Özel mülk sahibi varlıklı sınıfların bulunmadığı bürokratik rejimde, bürokrasi, devlet mülkiyetinin kolektif tasarruf hakkına sahiptir. Proletaryanın toplumsal artı-emeğine el koyan “kolektif sömürücü” bir egemen sınıftır.
Egemen bürokrasi tarihsel bağlamda spesifik temellere sahip bir sınıf değildir. O, devleti mülk edinme sayesinde sınıflaşan ve egemenlik katına yükselen bürokratlardan devşirme bir sınıftır. Onun bileşimi içinde köken itibarıyla toplumun çeşitli sınıflarından (işçi, küçük-burjuva vb.) gelen, fakat kendi sınıf kökleriyle sosyal ve ideolojik bağlarını tamamen kesmiş unsurlar vardır. Sovyetler Birliği ve benzeri rejimlerde, temel üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyeti “alınamaz, satılamaz, ferağ edilemez, mirasla da geçmez”. Bürokrasinin, özel mülkiyet sahibi bir sınıf gibi miras yoluyla aktaracağı sermayesi ve sermayedar konumu yoktur. Fakat bürokrasi, çocuklarını geleceğin bürokratları olarak yetiştirme ayrıcalığını (eğitim sisteminde bürokrasinin çocuklarına sağlanan ayrıcalıklı konum) elinde tuttuğundan, “devleti mülk edinme” pozisyonunu babadan oğla bu yolla aktarabilir (örneğin Kuzey Kore).
Sonuç yerine
Despotik-bürokratik rejim, kapitalist üretim tarzının dünyada hâkim olduğu bir tarihsel dönemde kapitalizmi aşan, yani insan topluluklarının tarihsel evrim sürecinde kapitalizm sonrası yeni bir üretim tarzı değildi. Modern sanayi çağında, dünya kapitalizmiyle kuşatılmış bulunan despotik-bürokratik rejim, kendine özgü karakteriyle geleceği olmayan (sui generis) bir sosyo-ekonomik fenomendi. Bürokratik rejimin kurulmasıyla başlayan sürecin, kendi doğal evrimi içinde sosyalizme açık ucu yoktu. Bu bürokratik rejimler, işçi sınıfı tarafından bir devrimle yıkılmadıkça, sürecin tek açık ucu vardı: Dünya kapitalist sistemine entegrasyon! Bu ülkelerde egemen bürokrasilerin “sosyalizm” olarak lanse ettikleri, gerçekte ise devlet mülkiyetine dayalı bürokratik kumanda ekonomilerinin, süreç içinde gelişme potansiyellerinin sınırına dayanıp tıkanmaları kaçınılmazdı. Bu durumda iktidardaki bürokrasilerin kapitalist restorasyon yönünde reform çabaları içine girmeleri de bir sürpriz olmadı.
Zira eski verili koşullarda gelecek umudu kalmayan egemen bürokrasi içinde, bu durumun anlaşılmaya başlandığı tarihsel dönemeçten itibaren bir ayrışma ve dış faktörlerin etkisiyle ilerleyen bir çözülme yaşanır. Geçmişte, örneğin Osmanlı’nın Asyatik toplumsal düzenini çözen de kendi içsel dinamikleri değil, bir dış faktör olan kapitalizm olmuştu. Bürokratik rejimlerde de, devlet mülkiyetinin özel mülkiyete parçalandığı (özelleştiği) çözülüş sürecinde egemen bürokrasinin pek çok unsuru fiili mülkiyet hakkını ele geçirmeye başladı. Egemen bürokrasi, tarihsel açıdan ne denli “geçici” ve “soysuz bir sınıf” olduğunun örneğini sergileyen bir başkalaşım geçirerek burjuvalaştı. Böylece bürokratik rejim, kendi varlığını uzun vadede kendi temelleri üzerinde idame ettirme olanağından yoksun bulunan geçici ve özgün bir tarihsel fenomen olduğunu kanıtlamış oldu.
Doğu Avrupa’daki bürokratik devletlerin çöküşü ve bu ülkelerde son hızla burjuva parlamentarizmine geçilmesi, bunların esasen ne denli “eğreti sosyalist” olduklarını ortaya koyuyordu. Bu çöküşleri, uzun yıllar sosyalizm adına derin yanılgıları ve idealizasyonları besleyen Sovyetler Birliği’nin çöküşü izledi. Ekim Devriminin ülkesinde uzun süre egemen olan bürokratik rejimin çöküşü ve parçalanması, bu tarihsel deneyimden gereken dersleri çıkartmayanların moral açıdan yıkıntılar altında kalıp demoralize olmasına yol açtı. Ya da vaktiyle devrimci geçinen pek çok kişinin sosyalizmden, Marksizmden umut keserek yolunu değiştirmesiyle sonuçlandı. Gelişmeler bu noktada da durmadı. Çin gibi özgün ve büyük bir örnek de dahil, diğer bürokratik rejimler de egemen bürokrasinin kontrolü altında şu ya da bu tempoda kapitalizme entegrasyon sürecini yaşamaya koyuldular.
Sonuçta geçmişin derslerini çıkartıp geleceğe ilerleyenler açısından şurası son derece nettir: Bugüne dek yaşanan deneyim Marksizmin değil, onun inkârı olan bir “sosyalizm” anlayışının çöküşünü sergiliyor. Buna karşın Marksizm, bugün çürüyen kapitalizmin sonu yaklaşırken, insanlığın kurtuluş mücadelesine yol göstermeye devam ediyor ve geleceğin sosyalizmde olduğunu muştuluyor.
link: Elif Çağlı, Geçmişin Dersleriyle Geleceğe, 2 Haziran 2017, https://marksist.net/node/5677
Çocuklarımız Yok Ediliyor!
NATO Liderler Toplantısının Ardından