Düzen cephesi hararetli biçimde “Kürt Sorunu”nu tartışıyor. Bir süre önce “aydınlar girişimi” ile başlayan tartışmanın tansiyonu Başbakanın Diyarbakır gezisi ile iyice yükseldi. önce Ankara’da, ardından Diyarbakır’da konuşan Başbakan, sorunun adının “Kürt Sorunu” olarak konması gerektiğini, devletin geçmişte “hatalar” yaptığını, meselenin “demokratik cumhuriyet” içinde çözüleceğini söyledi. Başbakan, “terörle mücadelenin” kesintisiz süreceğini, “bölücülüğe” ve Türkiye’nin “birlik ve bütünlüğünün” bozulmasına izin verilmeyeceğini söylemeyi de ihmal etmemesine rağmen, düzenin statükocu güçleri hop oturup hop kalktılar. Kimisi, “Kürt sorunu yok terör sorunu var” diye parmak salladı, kimisi sorunun “sosyo-ekonomik geri kalmışlık” olduğunu vurguladı. Kimisi de “daha fazla demokrasi”ye gerek olmadığını, mevcut demokrasinin “yeterli” olduğunu söyledi.
Patlak veren tartışmaya ilişkin söylenecek elbet çok şey var. Ancak önce bir tespit yapmak gerekiyor. AKP’nin hükümete gelmesi ve AB sürecinde atılan adımların genel atmosferi içinde âdeta “oldu da bitti maşallah” havasıyla sorunun ortadan kalktığı izlenimi yaratılmaya çalışılmıştı. Bugün bunun bir yanılsama olduğu gün gibi ortaya çıkmıştır. İçeriğinden bağımsız olarak sadece tartışmanın yarattığı tansiyon bile ortadaki sorunun ne denli ciddi ve köklü bir sorun olduğunu gösteriyor. Diyarbakır gezisinin başka herhangi bir kente yapılacak geziden tamamen farklı bir havaya bürünmesi de aynı şekilde ortadaki inatçı gerçekliğin bir yansımasıdır. Statükonun sözcülerinin, gezinin yabancı bir ülkeye değil, “Türkiye’nin 81 ilinden biri”ne yapıldığını vurgulayıp vaveyla koparmaları boşuna değil. Açık ki mızrak çuvala sığmıyor.
Gelinen noktayı doğru tespit edelim. Bu tablo, Kürt sorununda geleneksel siyasetin artık iyice tıkanma noktasına geldiğini gösteriyor. şimşekleri üstüne çekme pahasına hükümetin apar topar bir şeyler yapma (ya da öyle görünme) çabası bunun bir yansımasıdır.
Kürt hareketi AKP’nin hükümete gelmesi ve estirdiği AB rüzgârı nedeniyle bir beklenti içine girmişti. Bu beklenti doğal biçimde geniş Kürt kitlelerine de yansımış, hatta yerel seçimlerde bölgede AKP’ye belli bir yöneliş bile olmuştu. Ancak geçen sürede ciddi bir adım atılmamasının yanı sıra AB sürecindeki ve Ortadoğu’daki gelişmeler eski dengelerin değişmesine neden olmuştur.
Hükümet cephesinde daha ziyade bir oyalama/unutturma ve birtakım göstermelik kültürel hak kırıntılarıyla savuşturma olarak kendini gösteren süreç, statükocu cephede ise gerilimin tırmandırılması biçiminde beliriyordu. Bu cephenin inisiyatifiyle aynı süreçte şovenist bir isteri dalgası tetiklendi. Faşist linç girişimleri ve ordu sözcülerinin Kürt düşmanı açıklamalarıyla el ele giden operasyonlar düzenin çözümsüzlüğünü bir başka cepheden ortaya koyuyordu. Bu arada şoven cephenin atakları karşısında hükümet duruma göre ya sessiz kalıyor ya da şoven söyleme ortak olmaktan geri durmuyordu.
Düzen cephesindeki bu gidişata paralel olarak Kürt hareketi de askeri düzeydeki pasif tutumunu giderek artan ölçüde terk etmeye başladı. Bir dönüm noktası olarak alabileceğimiz Newroz’dan itibaren yoğunlaşan ve gündemde hızla öne çıkan eylemlerle birlikte özellikle hükümetin başını kuma gömme lüksü ortadan kalktı.
Artan askeri eylemler ve operasyonlar her kesimde savaşın yeniden başlamakta olduğuna dair kanının giderek güçlenmesine yol açtı. Sorunun yeniden tartışma gündemine girişi liberal aydınların esas olarak PKK’ye yönelik ateşkes çağrısıyla oldu. Takip eden günlerde ordudan, her alanda mücadele çağrıları yapıldı ve bu doğrultudaki adımlardan biri olarak basını esas duruşa sokma operasyonu yürütüldü. Aynı zamanda basın aracılığıyla yeni “terörle mücadele” yasaları talebi de dillendirilmeye başlandı.
Gerilimin tırmandığı bu sürecin düzen içi siyasal dengeleri hükümet aleyhine bozacağının ve halihazırda sıkıntılı giden AB sürecini de iyice zora sokacağının aşikâr olması hükümeti hareketlendirdi ve Erdoğan’ın aydınlarla görüşmesi ve Diyarbakır konuşması geldi. Birkaç ay öncesine kadar açıkça “Kürt sorunu diye bir şey yoktur” diyen Erdoğan’ın 180 derecelik dönüşündeki hikmet budur. Başbakanın girişiminin acil hedefinin ise Kürt hareketine mesaj göndererek en azından AB müzakere süreci başlayana kadar gerilla eylemlerinin durdurulmasını sağlamak olduğu anlaşılıyor.
Ancak yediği bunca kazıktan sonra Kürt halkı boş lafa karnının tok olduğunu gösterdi ve Erdoğan’ın ve liberallerin ümitle bekledikleri Diyarbakır konuşması topu topu 700 kişi tarafından dinlendi. Böylece Erdoğan’ın bir güç gösterisi yaparak kendine manevra alanı açma planı bir tökezlemeyle başlamış oldu. Kürt halkı çantada keklik olmadığını ortaya koydu.
Hükümet zor bir dönemece girmiştir. Bir yandan Kürt kitlelerini ve Kürt hareketini yatıştırma/oyalama, diğer yandan statükocu düzen güçlerini idare etme telâşı içindedir. Bir yandan, “birlik, bütünlük, terörle mücadele”, diğer yandan, “Kürt sorunu, demokratik cumhuriyet, devlet hata yaptı” söylemi bunu ifade ediyor.
öte yandan sorunun aciliyetini belirleyen ve önemi her geçen gün daha da artan Güney Kürdistan’daki gelişmelerin üzerinden atlanmamalı. Orada fiilen bir Kürt devletinin vücuda gelmekte olduğu herkes için aşikâr. Yüz yıldır bağımsızlık özlemini bağrında büyüten Kürt halkı, 1946’daki kısa ömürlü Mahabad deneyiminden sonra ilk kez bir devlete doğru ilerliyor. Bunun Türkiye, İran ve Suriye’deki Kürtler için ifade ettiği anlamı iyi bilen bölgenin egemenleri, kendi Kürtleri üzerindeki sopayı daha çok sallıyorlar. Sorunun çok daha büyük çaplı ve kangrenleşmiş olduğu Türkiye’deki egemenler için ise bu bir kâbus senaryosu haline gelmiş durumda.
Tartışma ve Sonrası
Erdoğan’ın hamlesi sonrasında burjuva siyaset mahallesinin hamaset tellâlları bildik rollerini oynadılar: Başta CHP ve MHP olmak üzere Erkan Mumcu’sundan Mehmet Ağar’ına kadar burjuva muhalefet hükümete kendi gerici muhtıralarını verdiler. Bunu emekliye ayrılan komutanların mesajları izledi. Bu uyarılar zinciri en son MGK toplantısı ve bildirisiyle hafif çaplı bir muhtıra düzeyine yükseldi.
Diğer taraftan PKK 1 aylık “pasif savunma” pozisyonuna geçtiğini ilan etti. Ancak ordu buna operasyonları sürdürerek cevap verirken, DEHAP yöneticileri hakkında soruşturma açılarak “adli takip” kararı alındı. Bir diğer önemli gelişme de, Kürtlere karşı linç çetelerinin işbaşı yapması oldu. Maçka’da yakalanan gerillaya yönelik linç teşebbüsü, İzmir-Seferihisar, Ayvalık ve Bozöyük’te genel olarak Kürtlere karşı linç ayinlerine dönüştü. Bu arada son aylarda ısıtılmaya başlanmış olan sınırdışı operasyon tehditleri bir kez daha gündeme getirilerek “hazırlıklarımız tamam” yollu açıklamalar yapıldı.
Bütün bu gelişmeler iplerin yeniden gerilebileceğini ve AB sürecinin Türk büyük burjuvazisinin beklentileri doğrultusunda gelişmemesi halinde yeni bir baskı dalgasının muhtemel olabileceğini gösteriyor.
Hükümet henüz somut bir açılım yapmış değildir. önümüzdeki günlerde zevahiri kurtarmak ve oyalamayı sürdürebilmek için bazı küçük değişiklikler söz konusu olabilir. Kürtçe özel televizyona izin verilebileceğine dair haberler bu doğrultuda. Kürt hareketinin bu tür bir adımı nasıl değerlendireceğini şimdiden söylemek zor, ancak genel olarak bunun yeterli bulunmayacağı açık. Kürt hareketinin en azından seçim barajının kaldırılması ya da indirilmesi, köye dönüşlerin sağlanması, mağdurlara tazminatların verilmesi ve öcalan’ın mahkûmiyet koşullarının düzeltilmesi gibi acil bazı adımlar beklediği görülüyor.
Baskının ve şovenizmin yeniden yükseltildiği yeni bir dönemin açılması halinde ise savaşın yeniden kızışması kaçınılmaz olacak. Bu durum işçi sınıfı ve Kürt halkı açısından bir yıkıma yola açabileceği gibi devrimci fırsatlar da yaratabilir.
Sorun Ne? Muhatap Kim?
Sorunun yeniden alevlendiği bu yeni evre aynı zamanda tüm siyasi güçleri ve çevreleri de ibret verici bir teste tâbi tutuyor. Sahnenin önlerinde görünen aydınlarla başlayalım. Büyük ölçüde öDP’nin damgasını taşıyan ilk aydınlar bildirisi bu kesimin meşrebini ortaya koydu. Bunlar yeniden alevlenme sürecine giren savaşın sorumlusu olarak Kürt hareketini görüyor ve operasyonların durdurulması çağrısı bile yapmadan Kürt hareketine ateşkes çağrısı yapıyordu. Böylesine önemli bir sorunda haklı ve haksızı, ezen ve ezileni ayırt etmekten aciz bu kesim için söylenecek çok şey yok. Bu kesimleri karakterize eden soyut şiddet karşıtlığı pratikte her zaman şiddetin gerçek sorumlularının, yani hem suçlu hem güçlünün kayrılmasına hizmet etmiştir. Aydın kesimi karakterize eden incelmiş zihinsel meşguliyetler hiç de doğru siyasal tutumları doğurmuyor ne yazık ki. çağın devrimci sınıfı olan işçi sınıfının dünya görüşüne sağlam bir bağlılık olmadıkça, egemen sınıfın ideolojisi bu kesimleri de kendine özgü biçimler altında esir alır.
Başbakanın huzuruna çıkan aydınlar ve liberal sol siyasetçiler, esas olarak böylelerinden oluşuyordu. Bunlar da Başbakanı Diyarbakır’da boş miting alanıyla karşı karşıya bırakan Kürt hareketine ateş püskürdüler. Ali Bayramoğlu’ndan tutun, İsmet Berkan’a, Murat Belge’ye kadar bir dizi isim, Kürtleri “Başbakanı zor duruma düşürmek”le, “onun uzattığı eli tutmamak”la suçladılar. Onlar için sorun üzerine titredikleri AB sürecinin kazaya uğrama riskidir. Hayallerindeki Avrupa’ya ulaşamama korkusu bu efendilerin tüm haleti ruhiyelerini belirlemektedir. Onlar ne sorunun gerçek niteliğini anlamak istiyorlar, ne de çözmek. Aynı kesimler PKK’nin şartlı ateşkesini de “hayal kırıklığı” ve öfkeyle karşıladılar.
Gelelim medyada yürüyen diğer tartışmalara. Tartışma sürecinde kamyon dolusu laf edilmesine karşın gerçekliğin kıyısından olsun geçen değerlendirme bulmak zordur. Bu, akıl fukaralığından ziyade düzenin çürümüşlüğüyle ilgilidir. Bu durum kendisini, sorunun gerçek niteliğinin ve muhatabının bir türlü itiraf edilememesinde, zihinlerin bu iki temel noktada mühürlenmiş olmasında göstermektedir. En demokrat geçinen liberaller bile bu sorunda kendi kaderini tayin hakkını ağızlarına almıyorlar. Sorunun gerçek muhatabının PKK olduğunu kabul etmek ise onlar için hâlâ bir tabu.
Liberallerin bu hazin durumu, çağımızda Marksistler dışında tutarlı demokratların bulunmadığını bir kez daha göstermektedir. özgürlüğün tutarlı savunucuları olarak Marksistler baskının her türüne karşıdırlar ve başka bir ulusu ezen ulusun kendini köleleştireceğini ısrarla vurgularlar. Marksistler, birliğin yalnızca gönüllü olanından yanadırlar ve beraberlik ya da ayrılığa karar verecek olanın yalnız ve yalnızca ezilen ulusun kendisi olduğunu savunurlar. Ayrılığı kötü bulanlar öncelikle en kötü şeyin zora dayalı birlik olduğunu görmeli ve buna karşı tereddütsüz bir mücadele vermelidirler. Ne yazık ki kendine sosyalist ya da komünist diyenler arasında da, bunu yapmayıp, “canım ne lüzum var ayrılığa, gelin hep beraber sosyalizm için mücadele edelim!” demekle yetinenler bulunmaktadır. Bu, özgül bir sorun olarak ulusal sorunun üzerinden atlayan, onu kısa devreye getiren bir tutumdur. Bu tutum Marksizm tarafından açıkça mahkûm edileli neredeyse bir asır oluyor. Ezilen ulusun ezen ulusa karşı beslediği, tarihsel temelleri olan haklı güvensizlik ancak onun özgürlük hakkının kabulüyle aşılabilir.
Diğer taraftan ezilen ulusu temsil eden örgütün ve liderliğin yok sayılmak istenmesi gibi bir komedi yaşanıyor. Bu komedi her seferinde gerçekliğin sert kayasına çarptığında, liberaller de dahil düzen sözcüleri sinir krizleri geçiriyorlar. Erdoğan’ın Diyarbakır mitinginin fiyaskoyla sonuçlanması örneğinde olsun, DEHAP açıklamasında ya da Orhan Doğan’ın açıklamalarında öcalan’ın işaret edilmesinde olsun yaşanan budur. Oysa IRA’yı, ETA’yı ya da FKö’yü yok saymak nasıl mümkün olmadıysa, PKK konusunda da aynı şey söz konusudur. Başbakanla görüşen liberal aydınların çelişkisi pek yaman: daha önce imzaladıkları bildiride PKK’ye ateşkes çağrısı yaptıklarını unutmuş gibi, PKK’nin muhatap alınması yönündeki istemlere ateş püskürmüşlerdir.
Elbette sorunun komedi olmanın ötesinde bir boyutu vardır. Kürt hareketinin çeşitli sözcülerinin de dile getirdiği gibi, düzen cephesinin hedeflerinden biri Kürt hareketini daha da ehlileştirerek düzen içine çekmektir. Düzen bu uğurda kendisine PKK dışında bir muhatap yaratmaya çalışmaktadır. Doğrusu Kürt burjuvazisi ve entelijensiyası arasında bunun için bir zemin vardır, ancak bunlar zayıftır ve esasen onların siyaset alanları bile PKK’nin açtığı alan üzerinde mümkün olmaktadır. Ancak düzen bu alanı zorlamakta ve buradan sonuç çıkarmaya çalışmaktadır. Yine de şu anda bütün yollar PKK’ye çıkmaktadır ve düzen temsilcilerinin isterik nöbetler geçirmesi de bundandır.
Düzen içi güçler mücadelesinin nasıl bir seyir izleyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Her ne olursa olsun şovenizmin azdırıldığını ve faşist güçlerin etkinliğinin arttığını görmezden gelmek büyük aymazlık olur. Bütün bu atmosfer içinde komünistlere düşen temel görev, yükselen faşizan-şovenist dalgaya karşı işçi sınıfını hazırlamak, onun doğru saflarda yer almasını sağlamak için çalışmaktır. Unutulmamalı ki, başkalarını ezen bir ulusun işçileri asla özgür olamazlar!
link: Deniz Moralı, Kürt Sorunu Tartışması, 5 Eylül 2005, https://marksist.net/node/188
Benzerliğe dikkat
Küreselleşme /4