Türkiye, 6 Şubat sabahından bu yana her geçen saat büyüyen bir acı ve felâketle sarsılıyor. Maraş merkezli depremlerle sarsılan 10 kentte büyük bir yıkım var. Dondurucu kış soğuklarının yaşandığı bölgede enkaz altında kalan on binlerce insana halen ulaşılabilmiş değil. Hayatta kalanlar ise sınırlı olanaklarla ayakta durmaya çalışıyor. Deprem bölgesinden yükselen yardım çığlıkları arşa vardı ama yürekleri taşlaşmış, vicdanları çürümüş iktidar sahipleri zevahiri kurtarmanın derdine düşüp sağır kesilmiş durumdalar. İktidar sözcüleri bildik “her şey kontrol altında” açıklamaları yaparken, Erdoğan tehditler savururken, enkaz altındakilerin dayanma gücü tükendi, sesleri kesildi. İlk saatlerde cep telefonlarıyla iletişim kurulan, çıkarılmayı bekleyen binlerce insana zaman ilerledikçe ulaşılamaz oldu. Beton yığınlarının altına diri diri gömülenler donarak öldüler. Rejimin lağım medyası bile yıkımın büyüklüğünü, yardımların gitmemesini, insanların öfkesini ve çaresizliğini gizleyemedi.
İlerleyen günlerde yıkımın boyutları ve ölü sayısı tam olarak ortaya çıktığında cumhuriyet tarihinin en büyük felâketinden söz edeceğiz belki de… Bu felâketin bir nedeni deprem sonrası yapılması gerekenlerin yapılmaması, koordinasyon ve organizasyon bozukluğu, giden yardımların engellenmesi, gönüllü kurtarma ekiplerinin ve sağlıkçıların bekletilmesi, yıkımın boyutlarının gizlenmeye çalışılması ise, bir diğer nedeni konutların, hastanelerin ve kamu binalarının yıkılmasıyla, altyapının çökmesiyle, yolların ve havaalanlarının kullanılamaz hale gelmesiyle ortaya çıkan yağma ve rant düzeni gerçeğidir. Bölgede tam bir savaş manzarası vardır. Ama savaşta bile böylesi bir yıkım bir anda olmaz, burada ise 13 milyon nüfuslu bir bölge saniyeler içinde yıkılmıştır. Depremin ardından ortaya çıkan felâket tablosu rejimin çöküş tablosudur. İhtirasları çaplarının misliyle üzerinde olan bir sermaye kesiminin, kapitalist açgözlülük, güç, cehalet, liyakatsizlik ve kibir karışımının belirlediği hareket tarzının, bir ideolojik anlayışın damgasını bastığı yağma ve rant düzeni çökmüş ama bedelini enkaz altında kalan halk ödemiştir.
Çöken 20 yıllık yağma ve rant düzenidir
Vicdanı olan hiçbir emekçinin deprem bölgesinde yaşanan tarifi imkânsız insanlık dramına kahrolmaması mümkün değildir. Depremin ilk dakikalarından itibaren Türkiye’nin dört bir yanından milyonlarca emekçi, sivil toplum örgütleri, emek örgütleri, sendikalar, sosyalist örgütler, sanatçılar depremzedelere yardım ulaştırmak için seferber olmuş, binlerce insan enkaz altında kalanları kurtarmak, destek olmak için bölgeye koşmuştur. Özellikle rejimin bekası uğruna yapay kutuplaşmayı derinleştirdiği, toplumun dokusunu bozmaya dönük hamleler yaptığı bir atmosferde böylesi güçlü bir dayanışma ruhunun ortaya çıkması umut vericidir. Bir kez daha gördük ki faşist rejimin baskı altına aldığı, çaresizlik ve umutsuzluğa ittiği, düşmanlaştırdığı, duygu birliğini kırmaya çalıştığı emekçi kitleler, çok hızlı bir şekilde örgütlenebiliyor, birlik ve dayanışma ruhunu kuşanabiliyorlar. Sosyalistler için koşullar ne olursa olsun karamsarlığa kapılmamanın, umudu ve mücadeleyi büyütmenin önemini gösteren bu gerçek, faşist bir rejim için ne yaparsa yapsın kendisini bekleyen sondan kaçıp kurtulamayacağını gösteren bir kâbus tablosudur.
Bu soruların yanıtını yağmacı ve faşist bir koalisyonun iktidara çöreklenmesinde aramak gerekiyor. AKP, iktidarı boyunca ekonomiyi büyütmenin ve özellikle İslamcı sermayeyi palazlandırmanın en kestirme yolu olarak inşaat kapitalizmine ağırlık verdi. Devlet kaynaklarını sınırsızca yağmalayabileceği alan inşaattı. Yandaş sermaye grupları da ihtiyaç duydukları sermaye birikimini buradan sağladılar. Duble yol, tünel, baraj, hastane, okul, metro, demiryolu, köprü, havaalanı, toplu konut ve rezidans inşaatları ülkenin dört bir yanında yükseldi. Başta İstanbul olmak üzere deprem riski olan kentlerde kentsel dönüşüm ihtiyacı rant sevdasına kurban edildi. Gerçekten kentsel dönüşüme ihtiyaç duyan yapılar değil rant getirisi yüksek olan bölgelerdeki yapılar yıkılarak yenileri inşa edildi. Ancak kısa yoldan zenginleşmek dışında hiçbir dürtüsü olmayan inşaat sermayesi, siyasi iktidarın da önünü açmasıyla kural kaide tanımadan, malzemeden çalıp çırparak, tehlikeli zeminlerde, deprem faktörünü zerrece dikkate almadan gösterişli ama çürük yapılar inşa etti. Defalarca çıkarılan imar aflarıyla çürük binalar resmen oturulabilir onayı aldı. Bütün bunlar “hizmet” olarak yutturulurken halkın ödediği vergiler, kamu kaynakları inşaat sermayesine peşkeş çekildi, en yukarıdan aşağıya iktidar çevreleri kendi paylarına düşen arpalıklarla zenginleştiler. Ranta, talana, yolsuzluklara karşı çıkanlar ise baskı ve zorbalığa uğradılar. Yerbilimciler, mimarlar, mühendisler deprem, sel gibi felâketlere karşı defalarca uyarılar yaptılar. Ancak hiçbirine kulak asılmadı, toplum korkutuldu, sindirildi, adeta dilsiz bırakıldı.
Beceriksizlik mi, liyakatsizlik mi?
Depremlerin ilk gününden itibaren başta AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi ) olmak üzere devletin tüm kurumlarının harekete geçme konusundaki atıllığı, organizasyon beceriksizliği on binlerce insanın hayatına mal oldu. Mevcut olan veya hızlıca deprem bölgesine doğru yola çıkan iş makineleri, kurtarma ekipleri kentlerin girişinde “talimat” almak üzere saatlerce bekletildi. Keza başka ülkelerden gelen arama kurtarma ekipleri de öyle… Böylesi afet durumlarında on binlerce insanı ve yardımları organize edebilmenin hayati bir önemi var. Ancak devlet ne kendi kurumlarını organize edebildi ne de gönüllü ekipleri… Bırakalım organizasyon yapmayı, gönüllü kurtarma ekiplerinin çalışmasına dahi izin vermedi, organizasyonlarına taş koymaya çalıştı, yardım tırlarına el koydu. Bütün bunların bilançosu ise çok ağır oldu: Günler geçmesine rağmen halen ulaşılamamış binlerce enkaz bulunuyor, dışarıda kalanların barınma, tuvalet gibi en temel ihtiyaçları karşılanabilmiş değil, moloza dönmüş sokaklarda ceset kokuları giderek artıyor, salgın hastalık riski kol geziyor. Dahası, faşist rejim güçleri HDP’nin ve sivil inisiyatiflerin bölgeye gönderdikleri yardımlara el koyuyor, hatta utanmadan bazı yardım kamyonlarının önüne AKP ya da valilik pankartları asıp kendi siyasi çıkarları için bu yardımların üstüne konuyor.
Bu ağır tablo karşısında acı duymamak, öfkelenmemek mümkün değil. Ama aynı zamanda yanıtlanması gereken soruları sormamız gerekiyor. Devletin afet kriz yönetimi neden tam bir fiyaskoya dönüştü? Ortada bir beceriksizlik olduğu doğrudur ama bu durum tek başına beceriksizlikle açıklanamaz. Beceriksizliğin arkasında çok büyük bir liyakatsizlik var. Devletin kurumlarına çöreklenmiş büyük bir yiyici takımı var. Rejimin ideolojik saiklerle, oy kaygısıyla kurumlara yerleştirdiği hiçbir liyakati/kabiliyeti olmayan on binlerce insandan söz ediyoruz. Kamu kurumlarında tasfiye süreci özellikle 15 Temmuz’dan sonra hızlandı ve 2017 referandumuyla faşist rejimin kurumsallaşmasının ardından kamu kurumlarının içi tamamen boşaltıldı. Bakanlıklardan üniversitelere tüm kurumlar hiçbir altyapısı, bilgisi, eğitimi, uzmanlığı olmayan bürokratlarla, rejimin payandası olan faşistlerle, lümpenlerle, siyasal İslamcı tarikatların gerici kadrolarıyla dolduruldu. Örneğin AFAD’ın Afetlere Müdahale biriminin başında bu göreve getirilmeden önce Diyanet İşleri Başkanlığı Yönetim Hizmetleri Genel Müdürlüğü yapmış, ilahiyat fakültesi mezunu bir kişi bulunuyor. Deprem tehlikesinin en fazla olduğu ülkelerden biri Türkiye’dir ve AFAD gibi hayati önemde olan bir kurumun müdahale biriminin başına böyle birisinin getirilmiş olması depremin felâkete dönüşmesinin nedenini yeterince açıklıyor. Geçtiğimiz Kasım ayında AFAD öncülüğünde ülke genelinde yapılan “Çök-Kapan-Tutun” tatbikatının saçmalığına bakarak da bunu görebiliriz.
Yapıyormuş gibi görünmek, algı yönetimi yapmak bu rejimin en iyi becerdiği konulardan biridir. Yakın zamanda gerçekleşen ve felâkete dönüşen sellerde, orman yangınlarında da bunu gördük. Türk Hava Kurumunun içinin boşaltılması, itfaiye hizmetlerinin küçültülerek araç gereçlerinin satılması, deneyimli çalışanların işten atılması orman yangınlarını felâkete dönüştürmüştü. Şimdi aynı manzarayı depremde görüyoruz.
Acıların üzerinde tepinenlerin kirli dili, kirli yüzü
Erdoğan, OHAL kararını açıkladığı gün Hatay’da yaptığı bir başka konuşmada kendilerini eleştirenlere “şerefsiz” diyerek hakaret etmekle kalmadı, henüz enkaz altında kurtarılmayı bekleyen binlerce insan varken şu sözleri sarf etti: “10 vilayetimizin 10’unda TOKİ’nin yönetimindeki tüm müteahhit firmaları devreye sokmak suretiyle hem enkaz kaldırmaları hızlandıracağız, bunun yanında da konut yapımını hızlandıracağız. Bunlar bizim bildiğimiz işler, biz bunları yaparız.” Suçunu örtbas etme aceleciliğiyle söylenen bu sözler rejimin zihniyetini ortaya koymaktadır. O bildikleri işlerin ağır sonucunu, yıkımını yaşıyor emekçiler! 2021’de Batı Karadeniz’de gerçekleşen sellerin ardından “yıkılanın yerine daha iyisini yaparak, yananın yerine daha fazlasını dikerek, eksilenin yerine daha çoğunu koyarak yolumuza devam ediyoruz” diyen de Erdoğan’dı. Zerrece sorumluluk kabul etmeyen, giden canların, dağılan yaşamların, tarihiyle, kültürel dokusuyla enkaz altında kalan kentlerin acısını duymayan, gerçeklikten kopmuş bir zihniyetin ifadesidir bu dil. Yandı mı yenisini dikeriz, yıkıldı mı yenisini yaparız, insan mı öldü şehit deriz, “beyaz et” mi öldü parasını veririz…
Aynı zihniyetin bir başka temsilcisi Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank ise battaniye desteği veren sanayicilerden bahsederken “bu aslında Türkiye’nin üreten bir ülke olduğunun da göstergesi” diyerek reklâm yapıyor, emekçilerin acılarının üzerinde tepiniyordu. İktidarı eleştirenlere “siyaset yapmayın” diyerek ateş püskürenler, “Cumhur İttifakı olarak hepimiz sahadayız” demekte de bir beis görmediler. Felâketin 6. gününde Urfa’da konuşma yapan Erdoğan’ın arkasındaki protokolde yaşanan itiş kakış ise hem rejimin zihniyetini hem de çürümüşlüğünü ortaya koyan bir başka görüntüydü. İktidarın tüm kademelerinde, tüm kamu kurumlarında protokolde öne geçme yarışına giren, Erdoğan’ın bir bakışıyla hizaya giren bu dalkavuklar ve reklâmcılar sürüsünün kopyaları bulunuyor. Bunu AFAD’ın sözde arama-kurtarma çalışmalarında görmek de mümkün ve kahredicidir. AFAD ekipleriyle rejim medyasının kameraları eşgüdümlü hareket etmekte, kameraların olmadığı yerde neredeyse ekip görmek de mümkün olmamakta, hatta bu ekiplerin kameralara poz vermek için gönüllülerin gerçekleştirdiği kurtarmalara bile konma yarışına girdiği görülmektedir. Enkazdan çıkarılan bir kişiyi taşıyan bir sedyenin 15-20 AFAD, İHH vb. elemanı tarafından taşınması pozları mide bulandırıcıdır ama bu medya kanalları bunu reklâm malzemesi olarak defalarca döndürüp vermeye utanmamaktadır. Marx, “tarihin dalgaları bazen yumurta kabuklarını ve hatta gübre artıklarını bile üste çıkarabilir” demiştir. Çürüyen faşist rejim de utanmaları kalmamış, vicdanları kurumuş, edep adap dahi bilmeyen dalkavuklar sürüsünü işte böyle üste çıkarıyor. Ama gün gelir, tarihin o dalgaları bu kez bu insan kılığındaki kötülük sürüsünü süpürüp okyanusların en derinlerine sürükler, boğar!
Erdoğan’ın tehditlerine, hamasi söylemlere dört koldan “özürcü” açıklamalar eşlik ediyor. “Asrın felâketi”, “Japonya’daki depremlerin 10 katı büyüklüğünde”, “Avrupa’da olsa hiçbir şey yapamazlardı” vs. Ancak ortada o kadar büyük bir çöküş var ki salt özürcü açıklamalarla, tehditlerle bunun üzerini kapatmak mümkün değildir. Üstelik rejim geniş kitleleri OHAL’e de ikna edememiştir. Bu nedenle hem öfkeyi başka yere kanalize etmek hem de OHAL’e gerekçe bulmak için şimdi de Suriyeli mülteciler üzerinden bir şeytanlaştırma, hedef gösterme kampanyası başlamıştır. İlk zamanlar “Suriyeli yağmacılar” olarak yayılan söylemler, depremzedelerin yardım gelmediği için marketlere girerek ihtiyaçlarını almak zorunda kaldıklarını söyledikleri görüntüler ortaya çıkınca “Suriyeli saldırganlar” söylemine dönüştürülmüştür. Ergenekoncu faşist Ümit Özdağ’ın başlattığı bu ırkçı provokasyon tuzağına düşen muhalif kesimler çok açık ki rejimin değirmenine su taşımaktadırlar. Böylesi büyük bir felâketin asıl sorumlularını bir kenara bırakıp savaş mağdurlarıyla uğraşanlar ya kötü niyetlidirler ya da aptaldırlar.
Felâketin asıl sorumlusu bu rejimdir, onun yağma düzenidir. Hamasetle, tehditlerle, provokasyonlarla hedef saptırmaya, kitleleri susturmaya çalışmaları bu gerçeğin görülmesini engelleyemeyecek. Zira en becerikli olduğu alan olan algı yönetimini bile eline yüzüne bulaştıracak kadar çürümüştür bu rejim. 2021’deki orman yangınlarının ardından şunları yazmıştık: “Orman yangınları faşist rejim kadrolarının hastalığının, paranoyaklığının, aşağılık kompleksinin yeni örneklerinin sergilenmesine vesile oldu. Kuşkusuz bunun birçok nedeni var ama en önemli neden, hiç beklenmedik bir anda iktidarı kaybetme, her türlü ayrıcalığın ve muazzam kaynakların elden gitmesi korkusudur. Hesap vermenin gündeme geleceğinden duyulan yoğun telaş ve paniktir. Kendi iktidarlarını kurtarma adına tüm ülkeyi ateşe vermekten çekinmeyenlerin ırkçı ve faşist politikaları bilinçli bir tercihtir ve bu da hastalıklı durumu beslemektedir. Fakat ne kadar güç gösterisinde bulunmaya, gerçeklerin üzerini kapatmaya çalışırsa çalışsın orman yangınlarındaki aczi, rejimin iflasının yeni bir göstergesidir.”[*] Çoktan iflas etmiş olan bu rejim, bu yağma ve rant düzeni çürümüş, rejimin “Büyük Türkiye’si” 6 Şubat depremleriyle birlikte çökmüştür. İnsan canına, emeğe, doğaya değer veren, onu korumaya odaklanan bir Türkiye ancak işçilerin, emekçilerin iktidarı kendi ellerine almalarıyla kurulabilir. Bu rejimden ve bir bütün olarak sermayeden hesap sormak için mücadeleye!
[*] Utku Kızılok, Orman Yangınları Rejimin İflasının Göstergesidir, marksist.com
link: Demet Yalçın, Yağma ve Rant Düzeni Çöktü, Enkazın Altında Halk Kaldı, 13 Şubat 2023, https://marksist.net/node/7865
The Economist’in Kapağından 2023
Depremzedeler Acilen Boş Konutlara Bedelsiz Yerleştirilmelidir!