2020: Kapitalizmin “kurtarıcısı” pandemi
2019’da meydanlarda, sokaklarda, grevde olan emekçi kitleler baskı ve şiddete rağmen 2020’ye de eylemlerle giriş yaptılar.[1] Protestoların dinmek bir yana daha da büyümesi ve ertelemeye çalıştıkları ekonomik krizin patlak vermesi karşısında endişeye kapılan egemenlerin imdadına koronavirüs yetişecekti. İlk olarak 2019’un Aralık ayında Çin’de görülen koronavirüs önce emperyalist ülkelerin birbirini sıkıştırmak ve ekonomik olarak geriletmek için kullandıkları bir araç oldu. ABD-Çin arasındaki ticaret savaşının bir unsuru haline getirildi. Ancak bu arada virüsün hızla dünyaya yayılması karşısında kapitalist egemenler virüsle mücadele etmek yerine onu bir kurtarıcı olarak kullanmayı tercih ettiler. Salgını, krizin faturasını işçi sınıfına yıkmak için hak gasplarını hayata geçirmenin ve zaten meydanlarda olan işçi sınıfından gelebilecek daha büyük tepkileri engellemenin bir bahanesi haline getirdiler.
Henüz çok erken bir tarihte, 14 Mart 2020’de burjuvazinin koronavirüs salgınını kullanarak toplumda bir korku ve panik havası yarattığını söylemiş ve işçi sınıfını bekleyen tehlikeye dikkat çekmiştik: “Kapitalizm tarihsel bir sistem kriziyle boğuşuyor. Sistemin bağrında biriken ve uzun süredir ertelenmeye çalışan sorunlar patlamaktadır. Şimdi koronavirüs ile kapitalizmin doğurduğu krizin üzerini örtmek, sistemin sorgulanmasının önüne geçmek istiyorlar. Önümüzdeki dönemde işten atmalar gündeme geldiğinde suçu Covid-19’a yükleyip kapitalist sistemi aklamaları, durumu normal göstermeye çalışmaları şaşırtıcı olmamalıdır. Koronavirüs, şimdiden ticaret savaşının ya da emperyalist kapışmanın bir aracına dönüştürülmüştür. Bu durum, Covid-19’a yalnızca hızla yayılan bir virüs olarak bakılamayacağını, alındığı söylenen önlemlerin sorgusuz sualsiz kabul edilemeyeceğini ortaya koyuyor. İnsanı değil kârı esas alan kapitalist düzende egemenlerin topluma gerçekleri söylediğini düşünmek saflık olur… İşçi sınıfının bağışıklık sistemini güçlendirecek olan örgütlülüğü ve sermaye sınıfının yalanlarına karşı uyanık olmasıdır.”[2]
Bir başka yazımızda, sosyalist hareketin burjuvazinin yaydığı “insanlığın büyük bir felâketle karşı karşıya olduğu” söylemine tav olması, burjuva devletlerden ve burjuvazinin uluslararası kurumlarından medet uman yaklaşımlar sergilemesi karşısında, kapitalist sistemde toplumun sınıflara bölündüğü gerçeğinin hiçbir koşulda değişmeyeceğini hatırlatmıştık: “Yerel, ulusal ve hatta kimi küresel sorunlarda toplumun sınıflara bölünmüş olduğu gerçeği unutulmazken, insanlığın tümünü şu ya da bu ölçüde etkileyebilecek sorunlarda bu gerçekliğin bir tarafa bırakılabilmesi kabul edilemez. İşçi sınıfı tüm insanlığın çıkarları (ki geçersiz bir soyutlamadan başka bir şey değildir) adına sınıf mücadelesini, toplumun sınıflara bölünmüş olduğu gerçeğini, devletin burjuvazinin genel çıkarlarını koruma aygıtı olduğu olgusunu geçici bir süreliğine görmezden gelmeye kalksa bile, burjuvazi hele de onun en tepe kesimlerinin hiçbir zaman ve koşulda kendi sınıf çıkarlarını bir tarafa bırakarak ortak çıkarlar adına hareket ettiği görülmemiştir, görülmeyecektir de.”[3]
Nitekim burjuvazinin yaptığımız uyarıları ve hatırlatmaları doğrulaması çok uzun sürmedi. Dünyanın her yerinde demokratik ve ekonomik hak gaspları, işten atmalar, otoriterleşme ve baskı virüsten çok daha hızlı yayıldı. Neler yaşandığını kısaca hatırlatmadan önce Marksist Tutum olarak yaptığımız öngörünün nasıl bu kadar isabetli olduğu konusuna değinmekte yarar var. Aslında işçi sınıfının son 10 yılının mücadelesini anlatırken geçmiş yazılarımızdan yaptığımız hatırlatmalar bu sorunun cevabını veriyor. Kapitalizmin tarihsel bir krize sürüklendiğini uzun zamandır söylüyorduk. Emperyalist paylaşım ve hegemonya savaşının bir dünya savaşı niteliğini alması, ekonomik krizlerin atlatılamaması, ekolojik kriz, toplumsal eşitsizliğin büyümesi ve kitle isyanlarındaki yükseliş gibi faktörler hem bu tespitimize kaynak oluşturan hem de tespitimizi doğrulayan gelişmelerdi. Salgının ortaya çıktığı döneme kadar Marksist Tutum’da yayınlanan makaleler bütünlüklü olarak okunduğunda burjuvazinin koronavirüs salgınından muradının ne olduğunu tespit etmenin hiç de zor olmadığı görülecektir. Kapitalist sistemi, olayları ve olguları ancak Marksist pencereden okuyabilenler doğru tespitler yaparlar. Tespitlerin doğruluğu ise sınıf mücadelesinde hayatidir. Çünkü doğru tespitler doğru bir örgütsel ve politik tutum anlamına gelirken tersi savrulmak demektir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesine önderlik etme iddiasıyla yola çıkanların böyle bir lüksü yoktur.
Gelelim 2020 yılı ve içinde bulunduğumuz 2021’de burjuvazi ve işçi sınıfı cephesinde yaşananlara… Dünya genelinde “özgürlük mü güvenlik mi” ikilemini topluma dayatan burjuvazi salgının daha ilk haftalarında saldırılara başladı. Gösteriler yasaklandı, sokağa çıkma yasağı getirildi, demokratik geçinenler de dâhil pek çok ülkede olağanüstü hal ilan edildi. Ekonomik krizin sebebi virüsmüş gibi gösterilip on milyonlarca insan işten atıldı, ücretsiz izin dayatmasına, esnek çalışmaya, düşük ücretlere razı edilmeye çalışıldı. Sosyal haklar kırpıldı. Eğitim ve sağlık gibi temel kamusal hizmetlerin pespayeliği çok daha görünür hale geldi. Dünya Sağlık Örgütünün yayınladığı raporlar 10 ülkeden 9’unda temel sağlık hizmetlerinde aksama yaşandığını ortaya koyuyordu. Örneğin İngiltere’de 4 milyon insanın koronavirüs gerekçesiyle tedavi süreci ertelenmişti.
Bu arada saldırılar karşısında doğması muhtemel tepkileri bastırmak için iç savaş aygıtları tahkim edildi. ABD’de koronavirüsle mücadele bahanesiyle 800 bin eski asker göreve çağrılırken, İtalya’da mafyayla mücadele adı altında çeşitli bölgelere ordu yığınağı yapılırken, Sicilya’da yerel yönetim yetkileri asker ve polis gücünden oluşan bir konseye devredildi. Macaristan’da Orban yine salgın bahanesiyle parlamentoyu devre dışı bırakarak ülkeyi kanun hükmünde kararnamelerle yönetme yetkisi aldı. Filipinler’de faşist Duterte 6 aylık “felâket durumu” ilan ederken polise sokağa çıkma yasağına uymayanları vurma yetkisi verdi. Hindistan’da sokağa çıkma yasağına ve diğer yasaklara uymayanlar polisin vahşi saldırısına maruz kalırken Müslümanlara yönelik ırkçılık ve saldırganlık azdırıldı. Nijerya gibi ülkelerde sokağa çıkma yasağına uymayan onlarca insan katledildi.[4]
Türkiye’de de benzer olaylar yaşandı. Sokağa çıkma yasağına uymayanlar bekçi ve polis zorbalığına uğrarken öldürülenler oldu. Siyasi iktidar koronavirüsü baskı ve yasakları arttırmanın, işçi sınıfının haklarına saldırmanın aracı haline getirdi. Grevler yasaklandı, toplu sözleşme görüşmeleri ertelendi, toplanma ve gösteri yasağı getirildi, sendikaların, partilerin ve derneklerin genelkurullarını yapması yasaklandı, anlamsız sokağa çıkma yasakları getirildi, sözde işten atma yasağı getirilirken tazminatsız işten atmalar serbest bırakıldı, ücretsiz izin ve kısa çalışma uygulamasının önü açıldı. Toplum adeta nefessiz bırakıldı. Bir emekçinin iktidarın “salgın önlemlerine”, “İşçiyim, TIR şoförüyüm. Çalışmasam ekmek yok. Ha senin lafınla açlıktan ölmüşüm, ha virüsten ölmüşüm. Ama beni bu virüs öldürmez, beni bu düzeniniz öldürür” diyerek isyan etmesi ve ardından hem işten atılması hem de gözaltına alınması Türkiye’de yaşananların özetiydi.
Bütün bu saldırılar yaşanırken Türkiye dâhil tüm ülkelerde devletler sermayeye devasa miktarlarda kaynak aktarmaya devam ettiler. Zaten büyümekte olan toplumsal gelir eşitsizliği daha da arttı, milyarlar sefalet çukuruna itilirken bir avuç kapitalistin serveti katlandıkça katlandı. Pandeminin ilk aylarında borsa çöküşü nedeniyle servetinde düşüş yaşayan 1000 milyarder, bunu birkaç ay gibi kısa bir sürede telafi edip kârlarını hızla arttırmıştı. Buna karşılık Oxfam’ın “eşitsizlik virüsü raporu” adını verdiği 2021 raporunda dünyanın en yoksul kesiminin sadece pandemi öncesi durumuna dönmesi için 10 yıldan daha uzun süre gerekeceği belirtiliyor.
“Koronavirüsle mücadele” adına yapılanların emekçilerin zaten birikmiş öfkesini daha da büyüteceğini, salgın üzerinden yaratılan korku ve panik havasının kapitalistleri kurtarmaya yetmeyeceğini söylemiştik. Salgın bahanesiyle evlerine çekilmeye zorlanan emekçiler eninde sonunda meydanlara yeniden dönecekti. Nitekim Mart ayında koronavirüs yasakları nedeniyle protestoları sekteye uğrayan Tunus halkı Nisan ayının sonunda yasaklara rağmen yeniden sokaklara döküldü. Ekonomik krizin faturasının salgın bahanesiyle kendilerine kesilmesi ve özellikle genç nüfusta yaşanan işsizlik karşısında büyüyen öfke koronavirüs korkusuna galip geldi.
25 Mayıs 2020’de ise ABD’de siyah bir emekçinin polis tarafından vahşice katledilmesinin ardından başlayan protesto gösterileri bütün eyaletlere yayılarak Amerika tarihinin en yaygın eylemlerine dönüştü. Katledilen George Floyd’un ölmeden önce söylediği “nefes alamıyorum” sözleri protestolarda yükseltilen ses haline geldi. Aylarca süren protestolar ABD ile sınırlı kalmadı; İngiltere, Fransa, Almanya, Belçika gibi Avrupa ülkelerinden Avustralya’ya, Japonya’dan, Kenya ve Zimbabwe’ye kadar dünyanın dört bir yanında ırkçılık karşıtı protestolar gerçekleşti. Avrupa ve ABD’de ırkçı generallerin, devlet adamlarının, köle tacirlerinin, sömürgeci kralların heykellerinin yıkılması ise kitlelerin burjuvazinin milliyetçilik ve ırkçılık zehrini reddederek asıl düşmana karşı mücadelede birleşmelerinin bir simgesi oldu. 2020’nin Kasım ayında ABD’de yapılan başkanlık seçimlerinin Trump’ın yenilgisiyle sonuçlanması da pandemi döneminde daha da derinleşen toplumsal eşitsizlik uçurumunun, işsizlik, yoksulluk ve sefaletin ABD halkında biriktirdiği öfkenin yansımalarından biriydi.
Zaten var olan ancak pandemi sürecinde derinleşen ekonomik ve siyasi sorunlar, 2020’de yasaklara rağmen dünyanın farklı kıtalarındaki emekçileri yeniden sokağa döktü. Şili, Hindistan, Endonezya, Tayland, Kolombiya ve Peru’da protestolar yaşanırken, Bolivya’da halk darbecilere seçim hezimeti yaşattı. Hindistan tarihinin en büyük grevi 250 milyon işçinin katılımıyla gerçekleşirken, grevin ardından bu kez çiftçilerin haftalar süren eylemleri yaşandı. Avrupa’dan Asya’ya, Latin Amerika’dan Afrika’ya işçilerin grev ve direnişleri de eksik olmadı.
Keza Türkiye’de de işçi sınıfına yönelik hak gasplarının dozunun artması, tırmanan enflasyon karşısında ücretlerin hızla erimesi, salgına karşı gereken önlemlerin alınmaması nedeniyle pek çok fabrikada grev ve direnişler yaşandı, yaşanıyor. Pandemi sürecinde işçilerin sendikalaşma isteği ve çabası artarken, bu durum patronların tazminatsız işten atma saldırısını beraberinde getirdi. Gaziantep’ten Kocaeli’ye, Karaman’dan Lüleburgaz’a işçiler bu saldırılar karşısında sessiz kalmadılar ve direnişe geçtiler. Grev ve direnişlerin sayısındaki artış devam ediyor.
Siyasi iktidar ekonomik krizin ve pandeminin tüm yükünü işçilere, emekçilere, esnafa, çiftçiye yükledi. Buna karşılık tüm kaynakları sermaye için seferber etti. Emekçiler pandemi sürecinde rejimin gerçek yüzünü çok daha fazla gördüler. Doğa ve köylülerin yaşam alanları sermayenin yağma ve talanına açılırken, buna itiraz eden köylüler polis ve jandarma şiddetine maruz kaldılar, kalıyorlar. Türkiye işsizlik, iş cinayetleri ve gelir eşitsizliğinde Avrupa’da birinci sıraya yükseldi. Son olarak Sedat Peker’in ifşalarıyla kirli ilişkiler, yolsuzluklar ve devlet kaynaklarının büyük bir açgözlülükle yağmalandığı geniş kitlelerce görülür hale geldi, yani rejimin lağımı patladı.
Tüm bunların bir öfke birikimine yol açmaması düşünülemez. Bugün Türkiye’de kitlesel protestoların yaşanmaması yanıltıcı olmamalıdır. Köylülerin yaşam alanlarına sahip çıkma mücadelesindeki inadı, dönem dönem çiftçilerden, esnaftan yükselen sesler, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin kayyum rektöre karşı haftalar süren protestoları, 8 Mart’ta kadınların eylemleri, İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararına karşı yapılan protestolar, HDP İzmir İl binasına yönelik saldırıda bir kadın emekçinin katledilmesine karşı gerçekleşen protestolar, işçilerin yukarıda sözünü ettiğimiz mücadeleleriyle birleştirildiğinde, rejimin tüm çabalarına rağmen toplumu sindiremediği, mücadele dinamiklerinin filizlenmekte olduğu görülecektir.
Dünyaya geri dönecek olursak; burjuvazinin kitleleri eve hapsetme planları birkaç ay içinde suya düşerken 2021 de protestolarla açıldı. Ocak ayında Tunus halkı yeniden sokaklara dökülürken, Myanmar’da Şubat ayında yapılan askeri darbeye karşı başlayan protestolar darbeci ordu yüzlerce kişiyi katletmesine rağmen halen devam ediyor. İngiltere’de Mart ayında genç bir kadının polis tarafından öldürülmesinin ardından polise ve sağcı hükümete yönelik kitlesel protestolar düzenlendi. Bu protestolar devam ederken hükümetin polisin yetkilerini arttıran ve emekçilerin protesto hakkını sınırlayan bir yasa geçirmek istemesi üzerine Nisan ayında bu kez çok daha kitlesel ve yaygın “Kill the Bill” protestoları başladı. İngiltere’de yalnızca polis yasasına değil, sağlık sisteminin çöküşüne, hak gasplarına ve hükümetin pandemi kısıtlamalarına karşı protestolar devam ediyor.
İran’da yolsuzluk, yoksulluk, düşük ücretler, hayat pahalılığından bıkan emekçiler 2021’de de sokağa çıktılar. Aslında 2020’nin Aralık ayında başlayan protestolar emeklilerden ortaokul ve liseli gençlere, öğretmenlerden fabrika işçilerine geniş bir emekçi kitlesini kapsıyor. İlk başta ekonomik gerekçelerle sokağa çıkan kitleler sonrasında Haziranda yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot etme çağrısı yaptılar. Nitekim 18 Haziranda yapılan seçim İran tarihinin en düşük katılımlı seçimi oldu. 59 milyon seçmenden 30 milyonu sandığa gitmedi.
Brezilya’da faşist Bolsonaro’nun saldırılarına karşı Nisan ve Mayıs ayında protestolar düzenleyen, greve giden emekçiler bir yıl içinde koronavirüs salgınının kontrolsüzce yayılması ve 500 bin emekçinin hayatını kaybetmesi üzerine Haziran ayında bir kez daha sokağa çıktılar. Kolombiya’da hükümetin getirmek istediği ve emekçilerin sırtındaki vergi yükünü arttıracak olan vergi yasasına karşı “Fakirlere Ekmek Yoksa Zenginlere Huzur Yok!” diyen emekçiler 28 Nisanda süresiz genel grev ilan ettiler, sokaklara çıktılar. 1 Mayıs’ta ise kitlesel gösteriler düzenlediler. Onlarca emekçi, asker ve polis tarafından katledilmesine rağmen emekçilerin geri adım atmaması üzerine hükümet yasa tasarısını geri çektiğini açıklamak zorunda kaldı. Ancak bu geri adımı yeterli görmeyen emekçiler emeklilik, sağlık ve eğitim sisteminde iyileştirme istediklerini söyleyerek protestolarına devam ediyorlar. Ayrıca 2020 1 Mayıs’ında genel olarak boş kalan meydanların bu yılın 1 Mayıs’ında yasaklara, polis şiddetine rağmen dolduğunu da belirtelim. Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya, Endonezya, Güney Afrika, Tayvan, Filipinler, ABD, Kanada, İspanya, Pakistan, İran, Yunanistan, İsviçre, Myanmar ve daha pek çok ülke… Hükümetlerin hak gasplarına, sermayenin saldırılarına karşı sektörel ve ulusal düzeyde grevlerin gerçekleştiği, protestoların yapıldığı pek çok ülkede işçiler 1 Mayıs meydanlarını boş bırakmadılar.
İnsanlık kurtuluşa hiç olmadığı kadar yakın, devrimci önderlik sorunu hiç olmadığı kadar yakıcı!
Kapitalist balonun sınırlarına dayandığını anlattığı makalesinde Oktay Baran, bugünkü krizin köklü bir dönüşümü dayattığını ancak bu dönüşümü arzulayan ve bunun için çaba gösteren burjuva kesimlerin varlığına rağmen kapitalist sistemin böylesi bir dönüşümü gerçekleştirecek takati olmadığını, yapılan her müdahalenin çelişkileri daha da keskinleştirmekten başka bir işe yaramadığını söylüyordu:
“İçinden geçtiğimiz dönemin insanlık tarihinin en çalkantılı dönemi olduğu kesindir. Kuşkusuz geçmişte de toplumlar büyük sarsıntılar geçirmişlerdi, ama şimdiye kadar hiçbir zaman tüm dünyayı, tüm ülkeleri, tüm insanlığı kendi içine çeken böylesi büyüklükte bir çalkantı, bu denli büyümüş belirsizlikler, bu kadar ölümcül tehditler söz konusu olmamıştı. Yarattığı ve artık hiçbir şekilde içinden çıkamayacağı kadar büyüttüğü sorunlar karşısında kapitalist sistemin üretebileceği hiçbir kalıcı çözüm yoktur. Kapitalist sistemin ulaşabileceği olası bir yeni denge, istikrarsız dengeden (tıpkı bir tepenin zirvesinde duran topun dengesi gibi) başka bir şey olamaz, yeni bir küçük sarsıntıda her şeyin bir kez daha allak bullak olması kaçınılmazdır.
“Kapitalizm tüm insanlığın kaderini çoktan ortaklaştırmıştır ve artık o, insanlığın önüne ya kendisini bilinçli bir eylemle ortadan kaldırmayı ya da bu çürümüşlük içerisinde sonu gelmez acılara katlanıp yok oluşa sürüklenmeyi koymaktadır... Bu karanlık günlerde insanlık daha önce hiç olmadığı kadar kurtuluşa yakındır; zira kapitalizmi yarattığı tüm pislikle birlikte ortadan kaldırmak için maddi olanaklar hiç bu kadar olgunlaşmamıştı.”[5]
Kapitalizmin gidişatına ve işçi sınıfının son 10 yıllık mücadelesine baktığımızda gördüğümüz manzara tam da yukarıda anlatılandır. Pandemiye bir kurtarıcı olarak sarılan kapitalistleri yarattıkları korku atmosferi de kurtaramamıştır. Çelişkiler ve sorunlar o denli büyümüş durumdadır ki, dünyanın dört bir yanında işçiler, emekçiler ayağa kalkıyor, “virüs değil kapitalizm öldürür” diyerek meydanlara çıkıyorlar. İşçi sınıfı saflarında sorunu kapitalizm olarak görenlerin sayısı ve gençlerin sosyalizme olan ilgisi artıyor. Doğrusu işçi sınıfı üzerine düşeni yapmakta, tekrar tekrar ayağa kalkmakta, devrimci potansiyelini ortaya koymaktadır. Ancak bu potansiyelin bir işçi devrimine dönüşmesi kendiliğinden olmayacaktır.
Tekrar pahasına söyleyelim; işçi sınıfı ayağa kalktığında onu yönlendirecek bir devrimci önderlik yoksa burjuvazi bir şekilde açığa çıkan öfkeyi düzen içi kanallara akıtmanın ya da bastırmanın yolunu bulur. Ancak unutmayalım ki kapitalizmin çürüdüğü, tarihsel bunalım sürecine girdiği, bir anlamda dünyanın çivisinin çıktığı koşullarda bu geri çekilmenin çok uzun sürmesi mümkün değildir. Zaten milenyum dönemecinden bu yana sınıf mücadelesinde yaşananları bir bütün olarak ele almamızın sebebi bu gerçeğin doğrulandığını ve giderek sıklığı ve şiddeti artan kitlesel isyanlar arasında aslında bir süreklilik olduğunu göstermek, diğer taraftan devrimci önderlik sorununun aciliyetini ve önemini bir kez daha ortaya koymaktır. Görünen o ki, önümüzdeki yıllar meydanlar hep sıcak olacak, sınıf kavgası daha da büyüyecek. Sınıf mücadelesinin daha da keskinleşeceği bir dönem bizi bekliyor. Evet, insanlık kurtuluşa hiç olmadığı kadar yakındır ve tam da bu nedenle kitlelere yol gösterecek bir devrimci önderlik ihtiyacı da bir o kadar yakıcı hale gelmiştir.
[1] İlkay Meriç, Yeni Yıla Mücadeleyle Girenler, marksist.com
[2] Koronavirüse Karşı İşçi Sınıfının Bağışıklık Sistemi Örgütlü Olursa Güçlenir!, marksist.com
[3] Oktay Baran, Covid-19: “Dünya Büyük Bir Felâketle Karşı Karşıya” mı?,marksist.com
[4] Ayrıntılı bilgi için bkz. İlkay Meriç, “Burjuvaziye “Büyük Bir Savaşın İçindeyiz” Dedirten Hakikat”, “Burjuvazinin Yeni Normali ve Yükselen Faşizm”, marksist.com
[5] Oktay Baran, Sınırlarına Dayanan Kapitalist Balon, marksist.com
link: Demet Yalçın, Son 10 Yıl ve Sınıf Mücadelesi /3, 28 Temmuz 2021, https://marksist.net/node/7417