Seçim sürecinde yapay kutuplaşmayı derinleştiren, muhalefete yönelik tehdit, baskı ve zorbalığı arttıran siyasi iktidar, ekonomik yıkımın kabaran faturasını işçi ve emekçilere daha rahat kesmek için ise seçim sonrasını bekliyordu. Rejimin yeni dönemi beklendiği gibi ekonomik saldırılara hız verilmesiyle başladı. Emekçilere yutturulmak istenen acı ilacın dozu kat be kat arttırıldı. Emekçiler Temmuzun ilk iki haftasında adeta zam sağanağına tutuldu. Zaten enflasyonun yükseldiği, liranın değer kaybettiği, reel ücretlerin ve alım gücünün eridiği koşullarda ayakta durmaya çalışan emekçileri çok daha zor günler bekliyor. Ancak baştan belirtelim ki saldırılar sadece zamlarla sınırlı değildir. Temmuz sağanağı emekçileri bekleyen karakışın yalnızca habercisidir.
Hazine ve Maliye Bakanı olarak atanan Mehmet Şimşek’in ekonomide “rasyonel zemine” dönüleceğini söylemesinin ardından yaşananlara bakalım. 7 Temmuzda yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararnameleri ile yüzde 8’lik Katma Değer Vergisi (KDV) yüzde 10’a, yüzde 18’lik KDV yüzde 20’ye yükseltildi. Sabun, deterjan, şampuan, tuvalet kâğıdı gibi temizlik ürünlerinin KDV’si ise yüzde 8’den yüzde 20’ye çıkarıldı. Noter, pasaport, vize, tapu, dava, ruhsat vb. harçları yüzde 50 oranında arttırıldı. KDV zamlarının ardından iğneden ipliğe tüm ürünlere zam yağmaya başladı. Ancak iktidarın saldırısı bununla sınırlı kalmadı. Torba yasa geleneğini bozmayan siyasi iktidarın bir sonraki hamlesi ilgili ilgisiz maddeleri tıkıştırdığı torba yasa teklifini alelacele Meclise getirmek oldu. Aynı günlerde 1,1 trilyon liralık gelir artışının öngörüldüğü ek bütçe de Meclisin gündemindeydi. Rejimin gerçek karakterini gizleyen örtü işlevi gören Meclis, torba yasa ve ek bütçe teklifini onaylayarak “görevini” yerine getirdikten sonra tatile çıktı! Emekçiler KDV zamları ve peşi sıra gelen torba yasayla başlarına örülen çorabı henüz tam olarak idrak edememişken bu kez 15 Temmuzda bir gece yarısı kararnamesiyle akaryakıttan alınan ÖTV üç katına çıkarıldı. Böylece ücretlere yapılan zamlar daha emekçilerin eline geçmeden buhar olup uçtu.
Soygunun adı “Milli Dayanışma Paketi”
6 Şubat depremleri bahane edilerek “Milli Dayanışma Paketi” adı verilen ve 15 Temmuzda yürürlüğe giren torba yasada kamu emekçilerinin ve emeklilerin ücretlerine yapılan sefalet zammının yanı sıra başka maddeler de yer alıyor. Motorlu Taşıtlar Vergisinin (MTV) sözde bir defaya mahsus olmak üzere iki katına çıkarılması, akaryakıttan alınan Özel Tüketim Vergisine (ÖTV) 6 ayda bir üretici enflasyonu oranında zam yapılması, Kur Korumalı Mevduatta (KKM) kur farkı yükünün tamamının Merkez Bankasına devredilmesi, deprem bölgesindeki ormanlık ve zeytinlik alanların imara (yağmaya) açılması gibi maddeler aynı torbanın içinde yürürlüğe girdi. Hazineden Merkez Bankasına devredilen KKM kur farkı yükünün 100 milyar lira olacağı söyleniyor. Ancak liranın hızla değer kaybetmeye devam etmesi göz önünde bulundurulduğunda bu miktarın çok daha fazla olacağı açıktır. Nitekim sadece Haziran ayında Hazineden ödenen miktar 20 milyar liradır. Kaldı ki dolardan liraya geçiş yapan KKM hesaplarının kur farkını zaten Merkez Bankası ödemekteydi. Ancak Merkez Bankasının bu yıl ne kadar ödeme yaptığı sır gibi saklanmaktadır. Bütün bunları dikkate aldığımızda sadece KKM yükünün altından kalkmak için Merkez Bankasının yüz milyarlarca lira para basması yüksek olasılıktır. Bunun anlamı zaten yüksek olan enflasyonun daha da yükselmesi, emekçilerin hayat pahalılığı altında daha fazla ezilmesidir. Deprem ise sadece bir bahanedir. Nitekim 99 Marmara depremlerinden sonra getirilen deprem vergisiyle toplanan paraların ne olduğu sorusuna “duble yol yaptık”, “bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok” diyen bir rejimden söz ediyoruz. Keza 6 Şubat depremlerinden sonra düzenlenen yardım kampanyalarında toplanan 112 milyar liranın yalnızca 38 milyar lirasının depremzedeler için harcandığı açıklanırken geri kalan 74 milyar liranın ne olduğu bilinmiyor!
Reel ücretler eriyor, alım gücü düşüyor
Seçim öncesinde kamu emekçilerinin en düşük maaşının 22 bin liraya çıkarılacağı vaat edilmişti. Sözde bu vaadini yerine getirmiş görünen iktidar her zamanki gibi burada da alicengiz oyununa başvurdu. TÜİK’in açıkladığı resmi enflasyona toplu sözleşmeden doğan yüzde 6’lık artış eklendiğinde (kümülatif yüzde 17,5) 22 bin liraya ulaşmayan maaşlara 8 bin liralık seyyanen artış yapıldı. Ancak seyyanen yapılan artış kök maaşa yani gerçek ücrete eklenmedi. Dolayısıyla 8 bin liralık meblağ emeklilikte ve kıdem tazminatı tavanının belirlenmesinde hesaba katılmayacak. Bu hile sayesinde bugün ağızlarına bir parmak bal çalınmış gibi görünen kamu emekçileri kendilerine bal yerine baldıran zehri yutturulduğunu esas olarak bundan sonraki zam döneminde anlayacaklar. Zira zamlar kök maaşlar üzerinden yapılacağı için bugün emeklilerin yaşadığı sorunu yarın kamu emekçileri de yaşayacak ve şimdiden eriyen reel ücretler daha da düşecek.
AKP iktidarı 2008’de sosyal güvenlik reformu adı altında emeklilik haklarına saldıran yasayı geçirmiş, aylık bağlama oranlarını da düşürmüştü. Buna bir de son yıllarda TÜİK’in gerçek enflasyonun çok altında enflasyon açıklaması eklenince emekli maaşları iyice kuşa döndü. Bu durumu da fırsata çevirmenin yolunu bulan iktidar hem tepkileri önlemek hem de emeklilere lütufta bulunduğu zannı oluşturmak için 2019’dan bu yana emekli aylıklarında taban maaş belirliyor. Sefalet ücreti tanımının dahi hafif kaldığı emekli maaşlarına Hazine yardımı ekleyerek taban maaşa yükseltiyor. Ancak bu artış “ek ödeme” adı altında yapıldığı için kök maaşa dâhil edilmiyor. Mart ayında seçim yatırımı olarak en düşük emekli maaşını 5500 liradan 7500 liraya çıkaran siyasi iktidar şimdi verdiğini geri alıyor. Zira yılın ikinci yarısında emekli maaşlarına yüzde 25 zam yapılırken taban maaş değiştirilmeyerek 7500 lirada kaldı. Emekli maaşları o kadar düşmüş durumda ki yüzde 25’lik zam eklendiğinde bile milyonlarca emeklinin kök maaşı 4300 lira civarında kaldı.[1] Böylece zamlı haliyle maaşları taban maaşın üzerine çıkamayan (ya da çok az üzerine çıkan) yaklaşık 9 milyon emekli sıfır zam almış oldu. Açlık sınırının 10 bin liranın üzerine çıktığı, yoksulluk sınırının 35 bin liraya dayandığı koşullarda milyonlarca emekli 7500 lirayla yaşamaya mahkûm edilerek, sefalet çukurunun derinlerine itildi.
Liranın değer kaybetmeye devam etmesi ve ardı ardına gelen zamlar karşısında sendikalı-sendikasız tüm işçilerin ücretleri erimiş durumdadır. Yılın ikinci yarısı için 11 bin 402 lira olarak belirlenen asgari ücret açıklandığı gün 482 dolara karşılık gelirken, bugün 420 dolar civarındadır. Toplu sözleşmelerde belirlenen zam oranları geçerliliğini yitirmiş, işçiler tıpkı 2022 başında olduğu gibi ek zam talebini dillendirmeye başlamıştır. Ücretleri düşüren bir başka faktör ise vergi dilimleridir. Vergi dilimleri asgari ücret artışıyla aynı oranda arttırılmadığı için işçilerin ücretlerinden kesilen gelir vergisi birkaç ay içinde yüzde 15’ten yüzde 20’ye çıkmaktadır. Geçinebilmek için fazla mesai yapan işçiler, yüksek vergi kesintisi nedeniyle deyim yerindeyse devlete çalışıyorlar.
İktidarın sinsice hayata geçirdiği bir başka saldırı ise kıdem tazminatının kuşa çevrilerek fiilen gasp edilmesidir. Geçmiş yıllarda pek çok kez kıdem tazminatını kaldırmaya niyetlenen AKP iktidarı, tepkiler üzerine bu planını rafa kaldırmak zorunda kalmıştı. Yasal olarak yapamadığını fiilen yapan iktidar yıllar içinde kıdem tazminatı tavanını düşürdü. 2002 yılında brüt asgari ücretin 4,8 katı olan kıdem tazminatı tavanı AKP’li yıllarda yavaş yavaş eriyerek 1,7 kata kadar geriledi. Kamu emekçilerine yapılan seyyanen artışın kök maaşa yansıtılmaması nedeniyle kıdem tazminatı tavanı 23 bin 489 lira oldu. Yani bir işçi brüt ücreti ne olursa olsun her bir yıl için en fazla 23 bin 489 lira kıdem tazminatı alabilecek. Bunun anlamı açıktır: Bir nevi iş güvencesi olan kıdem tazminatı kuşa döndüğü için artık bu işlevini büyük oranda yitirmiştir. İşten çıkarmaların artma olasılığının yüksek olduğu önümüzdeki süreçte patronlar güle oynaya işçi çıkarabilecektir.
Diğer taraftan emekçilere içirdiği acı ilacın ağır geldiğinin farkında olan iktidar yerel seçimler için de hazırlığını sürdürüyor. Erdoğan’ın şu sözleri nasıl bir hazırlık yapıldığının ipuçlarını veriyor: “Yaşanan güncel sıkıntıları görmezden gelmiyor, üzerini örtmeye çalışmıyoruz. … Ek bütçede önceliğimizi zorunlu olarak deprem bölgesinin hızla ayağa kaldırılmasını sağlayacak projelere verdik. Yaptığımız vergi artışlarından elde edeceğimiz geliri şu aşamada başka yerlere aktarmayı vicdani olarak kabul edemeyiz. Bununla birlikte hem bütçe gelirlerini artırmaya hem de bütçe dışı kaynak sağlamaya yönelik çalışmalarımızın semeresini gördükçe, kendini mağdur hisseden tüm kesimlerin gönlünü mutlaka alacağız. Bunu da çok gecikmeden, yılbaşı civarı neticeye ulaştırmayı planlıyoruz. Milletimin tüm fertlerinden serinkanlı olmalarını, bize güvenmelerini, ülkelerinin ve kendilerinin geleceğine sahip çıkmalarını istiyorum.” Şok etkisi yaratan düzenlemeleri peş peşe hayata geçiren iktidar, anlaşılan o ki şok etkisinin yılsonuna kadar geçeceğini, tıpkı genel seçimlerde olduğu gibi algı operasyonları, manipülasyonlar ve yapay kutuplaştırma siyasetiyle dikkatleri başka yöne çekebileceğini, seçime birkaç ay kala göstermelik kırıntılar vererek oy tabanını bir kez daha tahkim edebileceğini hesaplıyor.
Bütçe açığının bedelini de emekçiler ödeyecek
Kapitalizmde devlet bütçesi esas olarak sermayenin bütçesidir. Bütçe gelirlerinde en büyük payı emekçilerden alınan dolaylı-dolaysız vergiler oluştururken, giderler belirlenirken öncelik her zaman sermayenin çıkarlarıdır. Ancak işçi sınıfı örgütlüyse bütçede emekçiler lehine sosyal hizmet harcamalarının artmasını sağlayabilir, üzerindeki vergi yükünü azaltabilir.[2] Totaliter ve baskıcı bir rejimin varlığında ve işçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda ise bütçe tamamen işçi sınıfının aleyhine belirlenir. Türkiye’de de yıllardır olan budur. Emekçilere gelince “bütçe yok”, “kaynak yok” diyen rejim, söz konusu sermaye olunca teşvikleri, vergi istisnalarını esirgememekte, “itibardan tasarruf olmaz” diyerek bütçeyi har vurup harman savurmaktan çekinmemektedir.
Son iki yıldır ise yeni bir durum daha ortaya çıkmıştır. İktidarın bugüne kadar uyguladığı ekonomi politikalarının sonucu olarak bütçe dengesi tamamen bozulmuş ve “ek bütçe” adı altında ikinci bir bütçeyi devreye sokma ihtiyacı hâsıl olmuştur. Geçtiğimiz yıl yapılan ek bütçeyle bütçe harcamaları için yılın başında belirlenen ödeneklerde yüzde 50, gelirlerde ise yüzde 70 oranında bir artışa gidilmişti. Bu yıl da ek bütçe yapıldı. 2023 bütçesi yapılırken yılsonunda bütçe açığının 659 milyar lira olacağı hesaplanmıştı. Ancak iktidarın bütçeyi kısa sürede yalayıp yutmasıyla daha ilk 6 ayda 483 milyar lira bütçe açığı çıktı. 1,1 trilyon lira gelir getirecek ek bütçeyi devreye sokan iktidar, yılın ikinci yarısında ilk yarısında topladığının üç katı kadar dolaylı vergi toplamayı hedefliyor. Yani vergi soygunu artarak sürecek. İktidar ek bütçeyle elde edilecek gelirin yarısının deprem bölgesi için kullanılacağını söylüyor. Depremden kısa bir süre sonra akbabalar gibi bölgeye üşüşen inşaat sermayesine ihaleler verilmeye başlanmıştı. Ek bütçeden ayrılan 527 milyar lira işte bu ihaleler üzerinden sermayeye aktarılacak.
Bütçe açığının bu yıl bu kadar hızlı büyümesinde iktidarın seçim çalışmaları için kamu kaynaklarını babasının malı gibi kullanmasının payı küçümsenemez. Ancak sorun sadece son birkaç aylık döneme bakılarak açıklanamaz. Bütçe açığındaki büyüme ekonomideki kötüleşmenin göstergelerinden biridir. Esas olarak bakılması gereken yer iktidarın bugüne kadar uyguladığı ekonomi politikalarıdır. “Gelinen noktada faşist rejimin kendi bekası uğruna yaptıkları, kapitalizmin küresel çapta içinden geçtiği krizin etkilerinin Türkiye’de diğer ülkelere nazaran daha ağır tecelli etmesine yol açmaktadır. Enflasyon tüm dünyada yükselirken Türkiye bu yükselişte dünya liderliğine oynamaktadır. Petrol ve doğalgaz fiyatları dünya genelinde yükselmektedir, ama Türkiye’deki fiyat artışları tüm dünyayı geride bırakmakta, sorun enerji kesintilerine kadar varmaktadır. Türkiye döviz rezervleri açısından durumu en kötü ülkeler arasına yerleşmekte, uluslararası kredibilitesi en fazla kötüleşenler arasında yer almakta, dolayısıyla daha zor dış kredi bulmakta, diğer ülkelere göre daha yüksek maliyetlerle borçlanabilmektedir. Bu liste başka kalemlerle de uzatılabilir ama gerekli değildir. Önemli nokta şudur: Türkiye’nin krizi dünya genelinden çok daha kötü biçimde geçirmesinin esas nedeni iktidarı bir faşist rejim altında gasp etmiş sermaye fraksiyonunun hiçbir ölçü tanımayan haris talan politikalarıdır.”[3]
Gerçeklik buyken muhalifinden iktidar yanlısına sağlı-sollu ekonomistler bütçedeki bozulmadan kime pay çıkarıyor peki? Bu çokbilmişlerin iddiasına göre iktidar EYT yasasını çıkararak, kamu emekçilerine ve emeklilere yüksek (!) oranda zam yaparak bütçe dengesini bozmuş! Fahiş zamların, vergi artışlarının sebebi de buymuş! Rejimin seçim öncesi oy tabanının erimesini engellemek için emekçilere yönelik saldırılarını baskıladığı, EYT yasasını geçirmek zorunda kaldığı, “bedava doğalgaz” gibi birtakım oyunlara başvurduğu doğrudur ama bunlardan yola çıkarak kaşıkla verileni kazan olarak görmek işçi düşmanlığıdır. Aynı kesimlerin enflasyondaki yükselişi asgari ücret artışına bağlamaları, sermayeye akıtılan kaynakları telaffuz dahi etmemeleri, acı reçeteyi emekçilere reva görmeleri tesadüf olmasa gerek. Ücretlere yüksek oranda zam yapıldığı iddiası palavradır. Ama bundan da büyük palavra ücretlere yapılan zamların ve EYT yasasının bütçe dengesini sarsarak ekonomiyi kötüleştirdiği iddiasıdır.
Sermayeye aktarılan miktarların yanında söz konusu yasadan yararlanarak emekli olan işçilere ayrılan miktar devede kulak kalmaktadır. “Son 20 yılda sadece ismi en çok öne çıkmış iktidar yandaşı sermaye gruplarına devletten aktarılan paranın bile 418 milyar dolar olduğu yakın dönemde hesaplanmış durumda. Diğer irili ufaklı sermaye çevrelerine aktarılanlarla birlikte düşünüldüğünde daha nice kaynakların sermayeye transfer edildiği ortada. Öte yandan burjuva hukuku açısından çoğu usulsüz olan ve açık soygun anlamına gelen bu hortumlamalar sermayeye aktarılan fonların sadece bir bölümüdür. Bunların yanı sıra bir bütün olarak sermayeye «usullü» biçimde aktarılan dev kaynaklar söz konusudur. Devlet kaynakları bir yana, bizzat işçilerden yapılan kesintilerle oluşturulan İşsizlik Fonunun sermayeye nasıl peşkeş çekildiği ortadadır. Bu fondan örneğin geçen yıl işsiz kalan işçiler toplamda sadece 12 milyar lira alabilmişken, patronlar çeşitli biçimler altında 43 milyar lira hortumlamışlardır.”[4]
Yolu düzlemek isteyen rejimin siyasal baskıları da artıyor
Ekonomik saldırılar arttıkça hoşnutsuzluğun artması kaçınılmazdır. Bunu gayet iyi bilen iktidar, hele bir de yerel seçimlere gidilirken önünde hiçbir engel olmasını istemiyor. Bu nedenle bir yandan yapay kutuplaştırma politikasını tam gaz sürdürürken, diğer yandan her türlü muhalif sesi gözaltılarla, tutuklamalarla susturmaya çalışmaya, cezalarla topluma gözdağı vermeye devam ediyor. Mesela 14 yaşında bir çocuğa Whatsapp grubunda cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesiyle bir yıl ceza verildi. Sosyal medya paylaşımları yüzünden binlerce kişi hakkında cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla soruşturma açılıyor. Yürüyüşler, protesto gösterileri polis saldırısına uğruyor, en küçük bir eyleme bile tahammül edilmiyor. Suruç anması için çağrı yapıp bildiri dağıtan üniversite öğrencilerinin gözaltına alınması ve 6’sının tutuklanması, emekli maaşlarına yapılan düşük zamları protesto etmek için Ankara’ya yürümek isteyen emeklilere izin verilmemesi, Akbelen’de ormanlarını savunan köylülere uygulanan şiddet, polisin onur yürüyüşlerine izin vermeyerek saldırması… Benzer saldırıların önümüzdeki dönemde daha da artacağına şüphe yoktur.
İktidarın saldırılarından tüm muhalif kesimler nasibini alıyor. Tele 1 Televizyonu Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ Öcalan’la ilgili sözleri nedeniyle tutuklandı. TİP’ten milletvekili seçilen Gezi tutuklusu Can Atalay halen serbest bırakılmazken Kavala’nın serbest bırakılması gerektiğini söyleyen bir hâkim Ağrı’ya sürüldü. HDP’lilere yönelik ev baskınları, gözaltı ve tutuklamalar ise hiç eksik olmuyor. Rejim yargısının hukukla hiçbir alâkası olmadığı, verilen tüm kararların siyasi olduğu ayan beyan ortadadır. Ama dışarıya karşı hukuku işletiyor görüntüsü vermek isteyen rejim özellikle göz önünde olan bazı davalarda tahliye kararları verdirse de hemen arkasından bir başka hukuksuz tutuklama yaşanıyor. Örneğin 13 aydır tutuklu bulunan ve bu süre zarfında bir kez bile mahkemeye çıkarılmayan 15 Kürt gazeteci geçtiğimiz günlerde yapılan ilk duruşmada tahliye edildi. Ama öte yandan davanın iddianame savcısı ile aynı davada heyet üyesi olan eşinin görev yerlerinin değiştirilmesi ile ilgili haberi paylaşan 5 gazeteci gözaltına alındı, biri tutuklandı. KHK’larla ihraç edilen akademisyenlere, bir taraftan göreve iade kararları çıkıyor ama diğer taraftan keyfi uygulamalarla ya da istinaf kararlarıyla işe geri dönemiyorlar.
Bütün bunlara bir de torba yasada geçirilen infaz düzenlemesini ekleyelim. Düzenlemeye göre uyuşturucu, cinayet, cinsel istismar vb. suçlarda denetimli serbestliğin kapsamı genişletiliyor, yani aslında örtülü af geliyor. Siyasi tutuklu ve hükümlülerin dışında tutulduğu bu düzenleme ile cezaevlerinin boşaltılarak siyasi tutsaklara yer açılmak istendiği ortadadır.
Seçim öncesi Kürt düşmanlığını kışkırtarak “terör” korkusunu körükleyen rejim LGBT’leri de hedefe koymuştu. Trol ordularından yazar-çizer takımına ve en yukarıdan aşağıya iktidar sözcülerine kadar çok çeşitli mahfillerin dilinden LGBT düşmez olmuştu. LGBT düşmanlığının da oldukça işlevli bir enstrüman olduğunu gören rejim önümüzdeki dönemde planlarını hayata geçirmek, yerel seçimlerde 2019’daki kayıplarını telafi etmek, ekonomik saldırılara yönelik tepkileri bastırmak için bu enstrümanı tepe tepe kullanmaya devam edecek. Elbette buna kadın düşmanlığını, Kürt düşmanlığını, göçmen düşmanlığını, sanat düşmanlığını da eklemek lazım. Festival ve konserlerin yasaklanmasını da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Geçen yıl başlayan yasak ve iptaller bu yıl da artarak sürüyor. İktidarın bu yasaklarla muradı bellidir: “Bugün Türkiye’de mevcut rejimin kadın ve sanat düşmanı olduğu, kültürel yaşamı çoraklaştırıp çölleştirdiği, insanların yaşam tarzına pervasızca müdahale ettiği doğru olsa da yasakların nedeni iktidarın kadınlara, sanata, kültüre, seküler yaşam tarzına düşmanlığı değildir. Çünkü bu saldırılar sadece sanatçıları, sadece kadınları ya da sadece seküler kesimleri değil tüm toplumu hedef almaktadır. Amaç tüm emekçiler ve toplum üzerinde sopa sallamaktır, tüm topluma gözdağı vermektir. Kitlelerin muhalif temellerde bir araya gelmesini, duygu birliği kurmasını, tepki vermesini engellemek, yalnızlık, moralsizlik ve umutsuzluk duygusunu beslemektir.”[5]
İşçi sınıfının örgütlü mücadelesini büyütme görevi omuzlarımızdadır!
Ekonomik ve siyasal alanda ortaya çıkan tablo çelişkilerin giderek şiddetlendiği bir sürecin içinde olduğumuzu gösteriyor. Yarattığı ekonomik yıkımın altından kalkmaya çalışırken yağma ve talan politikalarından vazgeçmeyen rejimin tüm faturayı emekçilerin sırtına yıkması hoşnutsuzluğu büyütüyor. İşçi sınıfı içinde hoşnutsuzluk ve şikâyetlenmeler giderek artıyor, düşük ücretler, vergi artışları, zamlar sınırlı sayıdaki basın açıklamalarıyla protesto ediliyor fakat bunlar ortak, birleşik ve kitlesel bir mücadeleye dönüşemiyor. Burjuva muhalefet koltuk kavgalarının içine gömülmüş durumda. Büyük ölçüde rejimin korporatif aygıtlarına dönüşmüş sendikalar işçileri yoksulluğa ve krizin faturasını ödemeye razı etmeye odaklanmışken muhalif, mücadeleci olma iddiasındaki çoğu sendikacı da sendikaları arpalıkları olarak görüyor, zevahiri kurtarma kabilinden basın açıklamaları yapmakla yetiniyor, işçileri oyalıyorlar. Daha da önemlisi sosyalist hareket güçsüz ve işçi sınıfıyla bağları zayıf.
İşçi sınıfının mücadelesinin önündeki bir başka handikap ise ekonomik alanla siyasal alan arasındaki bağın kurulamamasıdır. Unutmayalım ki rejimin kirli ve zehirli dilini işçilerin üzerine boca ederek yapay temelde kutuplaşmayı derinleştirdiği, sınıf içindeki birlik ve dayanışma duygusunun zayıflatıldığı, bu bakımdan toplumda azımsanmayacak bir tahribata yol açan seçim sürecini geride bırakalı çok olmadı. İçinden geçtiğimiz dönemin tablosunu çizerken ve mücadele perspektifimizi belirlerken bu faktörü dikkate almamak çok büyük bir hata olacaktır. Bu noktada benzer bir süreci yaşadığımız 2017 referandumunu hatırlamakta yarar var. Referanduma gidilirken benzer bir süreç yaşanmış ve aynı tezgâh başında çalışan, aynı mahallede yaşayan, aynı sorunları yaşayan işçiler adeta iki düşman kamp gibi karşı karşıya gelmişti. Bunun toplumun dokusunda yaratacağı tahribata dikkat çeken Elif Çağlı referandum sürecinden sonra kaleme aldığı makalesinde şu uyarıda bulunuyordu: “Derin bir aldanma ve akıl tutulmasına sürüklendikleri için faşist diktatörlüğe onay veren işçi-emekçi kitleler, pozitif beklentilerden uzaklaşıp düşmanca tutumlar geliştirmenin yerleştirdiği bir negatif toplumsal tutumun batağında hastalıklı bir ruh haline sürüklenirler. Bu negatif ruh hali, bu kitleleri oluşturan bireylerin parlamenter rejimin işlediği olağan günlerde burjuva siyasetlere pozitif beklentilerle verdikleri «rıza» durumundan çok farklıdır. Unutulmasın ki, kişiyi kendi sınıf kardeşine düşmanlaştıran haksız ve kötücül bir tercihten güç alan bir «evet», neticede o onayı verenlerin ruhunu sakatlayan bir toplumsal davranıştır. Ruhu sakatlanıp komplekse kapılan kişi, normal koşullarda hararetle destekleyeceği doğrulara bile hastalıklı biçimde cephe alabilir. Bu gerçeklik, baskıcı rejimlerin yanılsamaya uğrattığı işçileri ve emekçileri, girdikleri yanlış yoldan döndürüp mücadeleye kazanabilmek için onlara ne denli ekstra bir sabır ve özenli bir dille yaklaşmak gerektiğini açıklar.”[6]
O halde sınıf devrimcilerinin yapması gereken bellidir: Elif Çağlı’nın dikkat çektiği gerçekliği dikkate alarak sınıf içinde her zamankinden daha azimli, sabırlı, inatçı bir örgütlenme çalışması yürütmek… Ancak kelimenin gerçek anlamıyla işçi sınıfının içinde olunduğunda bu başarılabilir ve devrimci siyaset etkin bir güce kavuşabilir.
[2] EYT’lilerin örgütlenerek gasp edilmiş emeklilik hakkını geri alması buna örnektir. Yıllarca EYT’lilerin mücadelesini görmezden gelen, “türedi” vb. hakaretler savuran, EYT’lileri ülkeyi batırmak istemekle suçlayan, bütçe olmadığını söyleyen Erdoğan, EYT’lilerin kararlı mücadelesinin sonucunda emeklilik hakkını vermek zorunda kaldı.
[3] Levent Toprak, Rejimin Ekonomik Yıkım Politikaları ve Mücadele, Şubat 2022, marksist.net/node/7571
[4] Levent Toprak, EYT ve Burjuva İdeolojisinin Dayanılmaz Hafifliği, Şubat 2023, marksist.net/node/7887
[5] Ezgi Şanlı, Ekmek ve Sirk, Yoksullaştırma ve Sopa, Temmuz 2022, marksist.net/node/7710
[6] Elif Çağlı, Faşizmin Panzehiri Devrimci Dirençtir, Eylül 2017, marksist.net/node/5898
link: Demet Yalçın, Rejimin Yeni Dönemi: Ekonomik Saldırılar ve Siyasal Baskılar Artıyor, 9 Ağustos 2023, https://marksist.net/node/8037
Seçimlerden Önce Biz, Seçimlerden Sonra Biz
Emekçilere Felâket, Sermayeye Rant