Rejimin işçi ve emekçilere yönelik saldırılarını 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra arttıracağını daha önce çeşitli yazılarımızda dile getirmiştik. Temmuzda zam sağanağıyla başlayan saldırılar, haklarını arayan işçilere yönelik baskı ve saldırılarla devam ediyor. Yerel seçimleri atlattıktan sonra girişilecek daha kapsamlı saldırıların bir bölümü ise 6 Eylülde açıklanan ve 2024-2026 dönemini kapsayan Orta Vadeli Programda (OVP) yer alıyor. Ekonomik gerçeklikten kopuk, tutarsızlıklarla dolu, salt propaganda belgesine dönüşmüş olan önceki OVP’lere kıyasla yeni OVP daha gerçekçi bulundu. Ancak süslü cümleleri bir kenara bıraktığımızda karşımıza yine tutarsızlıkların, belirsizliklerin, içi boş temennilerin olduğu bir ekonomi programı çıkıyor. Buna rağmen program sermaye kesimlerince “umut verici” olarak değerlendirildi ve genel olarak memnuniyetle karşılandı. Çünkü programla rejim, pek çok alanda sermayeyi ihya etmeye devam edeceğini, ekonomik yıkımın faturasını asıl olarak emekçilere kesmeye dönük politikasını sürdüreceğini, sermayenin ısrarla talep ettiği “çalışma yaşamındaki düzenlemeleri” (işçilere yönelik hak gasplarını) hayata geçireceğini ilan etmiş oluyor.
Rejimin iç ve dış siyasette geri manevralar yaptığı, zikzaklar çizdiği sıkça görülen bir durum olsa da işçilerin haklarına yönelik saldırılarda gayet istikrarlı olduğunu ve geri adım atmak zorunda kaldığı zamanlarda bile saldırı paketlerinin yeniden piyasaya sürülmek üzere raflarda bekletildiğini biliyoruz. Nitekim esnek çalışmanın yaygınlaştırılması ve kalıcı hale getirilmesi, mesleki eğitim programları, aktif işgücü programları vb. ile İşsizlik Sigortası Fonunun patronlara peşkeş çekilmesi ve sermayeye bedava işgücü sağlanması, tamamlayıcı emeklilik sistemi adı altında kamusal emeklilik sisteminin ve kıdem tazminatı hakkının hedefe konulması OVP’de işçi sınıfına yönelik kapsamlı saldırılar olarak öne çıkıyor.
İktidarın sinsi planı: “Tamamlayıcı emeklilik sistemi”
İktidarın sermayenin talepleri doğrultusunda kıdem tazminatını kaldırmak için uzun zamandır çaba sarf ettiği herkesin malûmu. Ne var ki kıdem tazminatının fona devredilmesi planları, sendikaların, işçi örgütlerinin şiddetli itirazıyla karşılaştığı için her seferinde rafa kaldırıldı. Ancak hiçbir zaman bu niyetten vazgeçilmedi. Nitekim en son 2019 yılındaki 11. Kalkınma Planında da kıdem tazminatı fonu oluşturulması ve bu fonun bireysel emeklilik sistemine entegre edilmesi hedefleniyordu. 2020 yılında ise Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) gündeme getirilmiş ve “emeklilikte oluşacak gelir kaybını telafi edecek, çalışma dönemindeki yaşam standartlarını korumayı sağlayacak ek emeklilik gelirinin sağlanmasını ve hane halkı tasarruflarının arttırılmasını amaçlayan bir sistem” olarak pazarlanmıştı. Güya işçinin kıdem tazminatının yanı sıra devlet ve işveren katkısıyla TES fonunda para birikecek, işçi 60 yaşında emekli olduğunda fonda biriken parasını aylık olarak alacaktı. Ancak bu saldırı planı da o dönemde hayata geçirilemeyip rafa kaldırıldı.
Kıdem tazminatını gasp etmeye yönelik benzer planlar bugün yeniden devreye sokuluyor. OVP’de 2024’ün son çeyreğinde uygulanacağı söylenen “tamamlayıcı emeklilik sistemi”ne ilişkin şöyle bir madde bulunuyor: “Otomatik Katılım Sisteminin (OKS) işverenlerin de katkısı ile ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşeceği tamamlayıcı emeklilik sistemi kurulacaktır.” OKS, işe yeni başlayan işçilerin otomatik (zorunlu) olarak dâhil edildiği Bireysel Emeklilik Sigortası (BES) anlamına geliyor. Ancak katılım zorunlu olsa da işçi sistemde kalmak zorunda değil ve iki ay içinde sistemden çıkabiliyor. 6 yıldır yürürlükte olan bu uygulamaya dâhil edilen işçilerin üçte ikisi sistemden çıktı. Yani sermayenin istediği gibi bir fon birikimi sağlanamadı. Bu nedenle iktidar aynı zamanda bireysel emeklilik sistemlerine katılımı arttırmanın ve çıkışların önüne geçmenin yollarını da arıyor. Kıdem tazminatıyla bireysel emeklilik fonu tek bir fonda birleştirilirse sermaye ve iktidar bir taşla iki kuş vurmuş olacak.
Fakat bundan önceki girişimleri başarısızlıkla sonuçlandığı için siyasi iktidar bu sefer daha dikkatli bir dil kullanarak tepkileri ölçmeye çalışıyor. Resmi ağızlardan TES’in detaylarına ilişkin henüz bir açıklama gelmeden burjuva medyada TES güzellemesi yapan haberler servis edilmeye başlandı. OVP’de açıktan kıdem tazminatının lafı edilmediği halde bu haberlerde kıdem tazminatının ve OKS’nin birleştirildiği formüller yazıldı, anlatıldı. Sonrasında ise katıldığı bir televizyon programında Cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz, iktidarın niyetini açık eden şu sözleri sarf etti: “Kıdem tazminatında maalesef çok ciddi problemler de var. Ödenmeme meseleleri var. Başka sıkıntılar var. Oluşturduğu bir belirsizlik var. Özellikle iş dünyası firmaları üzerinde. Dolayısıyla bir dönem bir fon oluşturup bununla bu problemi çözme gibi bir yaklaşım vardı. Dolayısıyla bunlar önümüzdeki dönemde yine Türkiye’nin gündemde olan konuları olacak.”
Rejimin TES ile nasıl kapsamlı bir saldırıya hazırlandığını anlamak için parçaları birleştirmek gerekiyor. AKP’li yıllar boyunca emekli maaşları düşürülerek sefalet ücretine dönüştürüldü. Bugün 9 milyona yakın emekli, ancak “Hazine katkısı”yla 7500 lira veya çok az üzerinde bir emekli maaşı alabiliyor. Açlık sınırının 12 bin lirayı geçtiği koşullarda bu parayla değil geçinmek aç kalmamak bile imkânsız! Öte taraftan kıdem tazminatı tavanı da iyice düşürülerek bugün geçerli olan asgari ücretin 1,75 katına kadar geriletildi. Bu koşullarda önümüzdeki yıllarda gerilemenin devam edeceği açıktır. Tavan hesabına göre bugün bir işçi ne kadar maaş alıyor olursa olsun çalıştığı her yıl için en fazla 23 bin 489 lira tazminat alabiliyor. Yani olan şudur: Emekli maaşlarını bütçeye yük, kıdem tazminatını sermayeye pranga olarak gören iktidar, her ikisinden de kurtulmanın yolunu döşemiş, hem emekli maaşları hem de kıdem tazminatları kuşa çevrilmiştir. Şimdi de TES adı altında kıdem tazminatının tamamen ortadan kaldırılması, kamusal emeklilik sistemindeki düşük ücretlerin kalıcı hale getirilmesi amaçlanmaktadır. Kamusal emeklilik sistemini iyileştirmek, kıdem tazminatını alabilme koşullarını kolaylaştırmak yerine “ikinci emekli maaşı” aldatmacasıyla emekçiler bireysel emekliliğe yönlendirilmek istenmektedir.
Henüz resmi bir açıklama yapılmadığı için kıdem tazminatının nasıl bir yol izlenerek gasp edilmek istendiğini detaylarıyla bilemesek de iktidarın önceki girişimlerinden ve burjuva medyada servis edilen haberlerden bir sonuç çıkarmak mümkündür. İşin özü ortada işçi ve emekçiler için hayırlı hiçbir şey yoktur. Nasıl süslenirse süslensin kıdem tazminatının kaldırılmasıyla fona aktarılacak miktar asla hak edilen tazminatın yerini tutmayacak, oluşturulacak fon tıpkı İşsizlik Sigortası Fonunda olduğu gibi devletin ve sermayenin yağmasına açılacaktır. İşçinin emekli olduğunda alacağı iddia edilen ikinci emekli maaşı çok düşük olacağı gibi kamusal emeklilik sistemindeki gibi ömür boyu alınan bir maaş olmayacaktır. En önemlisi de kıdem tazminatı işçiler için bir anlamda iş güvencesidir, işçinin ödenmemiş ücretidir, yıpranma payıdır. Bu hakkın gasp edilmesi halinde önümüzdeki dönemde artacak olan işten çıkarmalar daha can yakıcı hale gelecektir. Zaten yıllar içinde kuşa çevrilerek, tazminat almayı zorlaştıran taşeron ve esnek çalışma biçimleri yaygınlaştırılarak kıdem tazminatı ağır darbeler yemiştir. Bu konuda işçilerin, sendikaların, işçi örgütlerinin yükseltmesi gereken talepler bellidir. Kıdem tazminatının kaldırılması şartsız koşulsuz reddedilmelidir. Tavan uygulamasının kaldırılması, tazminat alma koşullarının iyileştirilmesi ve tazminat ödemeyen patronlara yaptırım uygulanması, emekli maaşlarının yükseltilmesi ve emekli olma koşullarının iyileştirilmesi talepleri etrafında bir örgütlenme sağlanmalıdır.
İstihdam bahanesiyle sermayeye “güvenceli esneklik” ve bedava işgücü kıyağı
OVP’de sözde istihdamı korumaya yönelik planlara da yer veriliyor. İstihdam başlığı altında alt alta sıralanan maddelere bakıldığında istihdamı korumanın bahane olduğu, esas amacın sermayeye düşük maliyetli ve ihtiyaç duyulan nitelikte işgücü sağlamak olduğu açıkça görülüyor. Hedeflenen saldırılardan biri esnek çalışma biçimlerini yaygınlaştırmak ve bunları yasal güvence altına almak. Bir diğeri de zaten uygulanmakta olan aktif işgücü programlarını, mesleki eğitim programlarını arttırarak İşsizlik Sigortası Fonunun yağmalanmasına devam etmek.
OVP’ye göre siyasi iktidar, 2024’ün üçüncü çeyreğinde “uzaktan, kısmi ve geçici süreli çalışma ile platform çalışması gibi yeni nesil esnek çalışma modellerini” gerekli mevzuat düzenlemelerini yaparak hızla hayata geçirmeyi planlıyor. Esnek çalışma, işçiler için iş güvencesinin ve kıdem tazminatı hakkının olmaması, düşük ücret, sendikasızlaşma ve çalışma koşullarının kötüleşmesi demektir. Ne var ki manipülasyonda sınır tanımayan rejim, birbiriyle asla yan yana gelemeyecek iki kavramı birleştirerek köleliği “güvenceli esneklik” olarak yutturmaya çalışıyor. Şöyle deniyor OVP’de: “İş Kanununda sosyal taraflar ile diyalog halinde yapılacak değişiklikler ve bu doğrultuda gerçekleştirilecek ikincil mevzuat çalışmaları ile işgücü piyasalarında güvenceli esneklik sağlanacaktır.”
Pandemi döneminde esnek ve güvencesiz çalışma yaygınlaşmış, eğitim, lojistik, sağlık gibi pek çok sektörde işçiler düşük ücretlerle kölece çalışmaya mecbur bırakılmıştı. Ancak bu saldırılar daha çok fiili olarak hayata geçirilmiş, tüm sektörlere yayılamamış, patronların elini rahatlatacak yasal düzenlemeler yapılmamıştı. OVP’de sözü edilen düzenlemeler yapıldığı takdirde sermaye sınıfının mevcut yasaların etrafından dolanıp alengirli yollara girmek yerine ihtiyaç duyduğu esneklikte işçi çalıştırmak için yasal güvencesi olacak.
Esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılmasını kıdem tazminatına yönelik saldırının bir parçası olarak da görmek gerekiyor. Zira belirli süreli iş sözleşmelerinde işçinin kıdem tazminatı alma hakkı doğmuyor. Esnek çalışma, aynı zamanda işçinin eksik istihdam edilmesi demektir. Eksik istihdam edilenler resmi işsizlik istatistiklerinde hesaba katılmamakta, dolayısıyla işsizlik düşük gösterilmektedir.[1] Aynı şey aktif işgücü programları için de geçerli. Güya “istihdamın korunması ve arttırılması, işsizlerin mesleki niteliklerinin geliştirilmesi, işsizliğin azaltılması” amacıyla düzenlenen bu programlar sayesinde 3 ilâ 9 ay arasında değişen sürelerde bir anlamda bedavaya çalıştırılan işçiler, bu süre zarfında kursiyer olarak görünüyorlar. Zaten işçi ihtiyacı olan fabrikalara gönderilen işçiler, herhangi bir işçiden farklı çalışmıyorlar. Buna rağmen ancak cep harçlığı denilebilecek bir ücret alıyorlar. Patronların cebinden tek kuruş çıkmazken ücretleri İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanıyor, emeklilik primleri ise yatırılmıyor. İşte OVP’de bu ve benzeri programların yaygınlaştırılması ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenmesine ilişkin maddeler yer alıyor.
Aynı niyet mesleki eğitim merkezleri (MESEM) için de geçerli. MESEM’e kayıtlı öğrenciler haftanın bir günü okulda, 4 ya da 5 günü işyerinde oluyorlar. 14-15 yaşında çocuklar, bizzat Milli Eğitim Bakanlığı tarafından “meslek edinmek” üzere fabrikalara işçi olarak gönderiliyorlar. İşçi-öğrencilerin ücreti de İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanıyor.[2] Emeklilik primleri yatırılmıyor, sadece iş kazası ve meslek hastalıkları sigortası yapılıyor. 2021 yılında başlayan uygulama yoksulluğun derinleşmesiyle giderek yayılıyor, yoksul aileler ortaokulu bitirdikten sonra çocuklarını hem okusun hem çalışsın diye MESEM’e kaydettiriyor. MEB’in verilerine göre bugün MESEM’de kayıtlı öğrenci sayısı 1,3 milyondan fazla. Sözde lise okuyor görünen çocuklar gerçekte eğitimden uzaklaştırılıp dört yıl boyunca sermaye için bedava işgücü kaynağı olarak kullanılıyorlar.
Hatırlanacak olursa 28 Temmuzda yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararıyla, İşsizlik Sigortası Fonunun “istihdamı arttırmaya dönük programlara” ayrılan bölümü 2023 yılı için yüzde 30’dan yüzde 50’ye çıkarılmıştı. OVP’de yer alan hedeflerle de uyuşan bu karardan anlıyoruz ki önümüzdeki dönemde İşsizlik Sigortası Fonunun yağmalanması büyüyerek devam edecek. Nitekim İŞKUR verileri de büyüyen yağmayı doğruluyor. Buna göre aktif işgücü programları, işbaşı eğitim programları ve MESEM’ler dâhil staj ödemeleri için İşsizlik Sigortası Fonundan harcanan miktar son 3 yılda katlanarak artmış. Bu miktar 2021 yılında 7,3 milyar lira iken 2022 yılında 13,7 milyar liraya yükselmiş. 2023 yılının ilk 8 ayında ise daha da katlanarak 34 milyar liranın üzerine çıkmış. Rejimin ekonomi programından sermaye mutluluk duymasın da ne yapsın! Mesela Ankara Sanayi Odası Başkanı “Orta Vadeli Programda, sanayi ile işbirliği içerisinde mesleki eğitim programlarının hayata geçirilecek olması, bizim de sık sık gündeme getirdiğimiz sanayicinin ihtiyaç duyduğu uygulayıcı kadronun temini açısından önemli olacaktır” diyor.
Doğa talanı ve kamu kaynaklarının sermayeye peşkeş çekilmesi tam gaz sürecek
Rejim işçi sınıfına yönelik hak gasplarını büyütürken kamu kaynaklarını sermayeye peşkeş çekerek, doğa talanını sürdürerek sermayeyi ihya etmeye devam edecek. 6 Şubat depremlerinin ardından yüzlerce ihale açarak bölgeyi sermayenin rant alanına çeviren iktidar, şimdi de kentsel dönüşümü hızlandırmak gerekçesiyle Hazine arazilerini sermayeye peşkeş çekmeye hazırlanıyor. İlgili maddede şu söyleniyor: “Kentsel dönüşüm faaliyetlerinin hızlandırılması, riskli konut sorununun çözümü ve şehirlerin afetlere dayanıklı ve daha sağlıklı hale getirilmesini desteklemek amacıyla rezerv alan ilan edilen Hazine taşınmazlarının uygulayıcı kuruluşlara devri sağlanacaktır.”
Diğer taraftan sermaye yatırımlarını teşvik etmek adına “yatırımlara ilişkin izin, lisans, ruhsat gibi işlemlerin” daha kısa sürede sonuçlandırılması, hukuki süreçlerin kolaylaştırılması, Hazine arazilerinin şirketlere tahsis edilmesi, kamulaştırma süreçlerinin kolaylaştırılması iktidarın sıraladığı hedefler arasında yer alıyor. En son Akbelen örneğinden bildiğimiz üzere maden ve enerji şirketlerine ormanları peşkeş çeken rejim, yaşam alanlarını ve ormanlarını savunan köylülere her seferinde acımasızca saldırıyor. Köylülerin itirazlarını mahkemelere taşıması, her ne kadar şirketler yasaları takmayarak orman katliamını sürdürseler de yine de süreci uzatıyor. Bazı durumlarda köylüler mahkeme sürecini kazanabiliyorlar da. Rejim maden şirketlerine arama ruhsatı vererek ülkenin dört bir yanındaki ormanları, sit alanlarını vb. talana açmasına rağmen yerel halkın, çevre savunucularının itirazlarıyla uğraşmak istemeyen sermaye daha fazlasını istiyor. Bununla ilgili OVP’de yer alan iki madde dikkat çekiyor. Birincisi madencilik faaliyetlerinin tek elden yönetilmesine yönelik gerekli düzenlemelerin yapılacağı, yani bundan sonra madencilik şirketlerinin tek bir kurumla muhatap olacağı söyleniyor. İkincisi maden arama faaliyetlerinin “kamu yararına faaliyet” olarak tanımlanacağı belirtiliyor. Mevcut durumda zaten doğa talanı doludizgin sürerken bu değişikliklerle birlikte madencilik şirketlerinin nasıl gemi azıya alacağını tahmin etmek zor değil. Bunu Türkiye İhracatçılar Meclisi Maden Sektör Kurulu Başkanının açıklamasında da görmek mümkün: “Eğer OVP’deki maddeler hayata geçirilirse, 6,5 milyar dolarlık ihracatımızı 30-40 milyar dolar seviyelerine çıkarabiliriz. Tek durak ofisle bürokrasi de azalacak. Madenci, arama ve işletme faaliyetleri için kapı kapı dolaşmayacak.” Talanın hızını düşünün artık!
Milyonlar yoksulluğa mahkûm ediliyor
Hayat pahalılığı, artan enflasyon ve düşük ücretler milyonlarca işçiyi daha fazla yoksullaştırdı. Liranın hızlı ve sürekli değer kaybetmesi, enflasyonun uçuşa geçmesi karşısında alım gücü iyice düşen emekçilerin kredi kartı kullanımı da borçları da artmış durumda. Ücretlere yapılan zamlar bir iki ay içinde eriyip gidiyor. Asgari ücret daha işçilerin eline geçmeden açlık sınırının altına düşüyor. Buna rağmen Şimşek, bundan sonraki ücret artışlarının hedeflenen enflasyona göre ve yılda bir kere yapılacağını açıkladı. Yani reel ücretler daha da aşağı çekilecek. Ancak iktidar bununla da yetinmiyor ve emekçilerin kredi kartı ve kredi kullanımını da kısıtlayacağını söylüyor. Gerekçe emekçilerin “aşırı tüketimi”!
Son iki yılda başta bankalar olmak üzere şirketlerin kârları katlanarak arttı. İktidarın ekonomi politikaları neticesinde bütçe dengesi de tamamen bozuldu. Gerçek buyken bütün bunların sorumlusu emekçilerin aşırı tüketimiymiş gibi bir tablo çiziliyor. Mesela Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, katıldığı bir televizyon programında resmi enflasyonun gerçek enflasyonun yarısından da düşük açıklandığı gerçeğini görmezden gelerek şunları söylüyor: “1 Eylül itibarıyla, yıllık kredi kartı üzerinden kredi hacmi yüzde 140 civarında artmıştı. Enflasyonun iki katından fazla. Bu kadar yüksek seyreden bir kredi hacmiyle siz enflasyonu ve cari açığı kontrol altına alamazsınız.” Hatta daha da ileri giderek emekçileri başkasının parasıyla zenginlik elde etmekle itham ediyor: “Kredi kartları, bireysel kredi, taşıt kredisi ve ikinci konut kredisinde sadece faizleri arttırarak değil, bankalar üzerinden kredi verme iştahını keserek de kredi büyümesini düşüreceğiz. Başkasının parasıyla, krediyle, kartla zenginlik olmaz.”
Bu ikiyüzlü argümanlar kuşkusuz Türkiye’deki iktidar sözcülerine has değil. Oktay Baran Ağustosta kaleme aldığı yazısında bu argümanların nereden türediğini ve neyin amaçlandığını şöyle anlatıyordu: “Bunda da başı Amerikan ve AB Merkez Bankaları ile IMF ve Dünya Bankasının yetkilileri çekmektedir. Bunlar elbirliği ve koordinasyon içerisinde, enflasyonun tüketim talebindeki fazlalıktan kaynaklandığını ileri sürüyorlar. Yani tüketiciler daha çok tüketmek istiyorlar, bu da talebi ve dolayısıyla da tüketim mallarının fiyatlarını arttırıyor! Dahası, canlanmış tüketim nedeniyle yatırımlar da, üretim araçlarına dönük talep de artıyor ve bu yüzden onların da fiyatları artıyor! Böylelikle de birbirini besleyen bir döngü oluşuyor! Teşhis bu olunca tedavi de talebi kısmak oluyor. Talebi kısmak için de ücret artışlarının önüne geçmek, krediye ulaşım imkânını daraltmak ve işsizliği arttırmak gerekiyor, diyorlar. Bunun da yolu faizleri arttırmakmış. Bunun ekonominin yavaşlaması, üretimin düşmesi, işsizlikte artış ve ücretlerde düşme sonucunu doğuracağı kesindir ve zaten bu «dolaylı sonucu» arzu ettiklerini söylemekten de çekinmiyorlar. Yani, enflasyon başta gelmek üzere kendi yarattıkları krizin sonuçlarını emekçilerin sırtına bindirmenin teorisini yapıyorlar.”[3]
İşte bu teoriye uygun olarak OVP’de de “ekonomik dengeleri bozucu ve enflasyonu besleyen tüketim artışlarını önleyecek tedbirler alınması”, “kredi kartı kullanımının yeniden düzenlenmesi” hedefleri yer alıyor. Kredi kartlarıyla yaşamaya çalışan emekçilerin “tüketim talebini azaltmak” için zaten Ağustosta başlatılmış olan sınırlamalar önümüzdeki dönemde artarak devam edecek. Kredi kartlarının asgari ödeme oranı ve faizi arttırılacak, limit, nakit çekme oranı ve taksit sayısında azaltmaya gidilecek.
OVP’nin satır aralarında emekçilerin sağlık hakkına da göz dikildiğini görüyoruz. Bugüne kadar zaten pek çok ilaç SGK kapsamından çıkarıldı. Muayene ve ilaç katılım payı ise 2004 yılından bu yana alınıyor. Buna rağmen OVP’de “akılcı ilaç kullanımı teşvik edilerek, ilaç ve tedavi harcamaları rasyonelleştirilecektir” deniliyor. Bir başka madde ise şöyle: “Sağlık ürün ve hizmetlerinde talep kontrolünün ve hizmet basamaklarının uygun kullanımının sağlanması amacıyla teşvik edici mekanizmalar geliştirilecektir.” Bu “rasyonelleştirmenin” ve “talep kontrolünün” nasıl olacağını, sağlık alanında daha ne tür hak gasplarına gidileceğini önümüzdeki dönemde göreceğiz.
İktidar sözcüleri her fırsatta OVP’nin ilgili tüm kesimlerle istişare edilerek hazırlandığını belirtiyorlar. Sermaye sınıfı ile istişare edildiği doğrudur, nitekim sermaye kesiminin açıklamalarından da bu anlaşılıyor. Ancak esas çoğunluk olan kesimle, yani işçi ve emekçilerle, sendikalarla istişare edilmediği gibi emekçiler için tek bir olumlu maddenin dahi yer almadığı programı parlatıyor, saldırının mahiyetini gizlemek için yalan söylüyorlar. Bugün iktidar sözcüleri televizyon kanallarına çıkarak OVP’yi ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Her seferinde halktan sabırlı olmasını, kendilerine güvenmesini istiyorlar. Rejimin dibine kadar işçi düşmanı bir sermaye iktidarı olduğunun üzerini örtmeye, sanki tüm kesimlere eşit davranıyorlarmış izlenimi yaratmaya çalışıyorlar. Şimşek şöyle diyor mesela: “Çalışanların alım gücünü enflasyonu düşürerek koruruz. Enflasyonla mücadele tüm iş dünyasının, sendikaların ve vatandaşların sabır ve kararlılıkla destek vermesi gereken bir programdır. Gerçekçi hedefler ortaya koyduk. Hiçbir kesimi enflasyona ezdirmeyeceğiz, bu bizim taahhüdümüz.” Bu sözler aldatmacadır. Maksat acı ilacı emekçilere yutturmak, bunu da yerel seçimleri riske sokmadan yapmaktır.
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfı ağır bir saldırı altındadır. Sermaye sınıfının ve onu temsil eden iktidarların krizin faturasını işçi sınıfına kesmesine karşı kararlı bir mücadele ortaya koymadan saldırılar engellenemez. Oktay Baran’ın yazısında belirttiği gibi “Egemenlerin enflasyonla mücadele adına ileri sürdükleri programlar, sınıflar üstü ve tüm toplumun çıkarlarını hedefleyen programlar değildir, olamazlar da. Yoksulluğu daha da derinleştiren enflasyonist politikalara karşı da, sözümona onunla mücadele için uygulanan kemer sıktırma politikalarına karşı da kararlı bir mücadele yürütülmesi gerekiyor.” [4] Bu mücadeleyi yürütecek bir işçi hareketinin yaratılmasının ilk adımı ise bürokrasinin sultası altındaki sendikaları tabandan silkelemekten geçiyor.
[1] TÜİK “dar tanımlı işsizlik” ve “atıl işgücü oranı” olarak iki ayrı veri açıklıyor. Ancak resmi işsizlik oranı açıklanırken “dar tanımlı işsizlik” verisi dikkate alınıyor. Dar tanımlı işsizlik hesaplanırken zamana bağlı eksik istihdam edilenler, “iş aramayıp işbaşı yapmaya hazır olanlar”, “iş arayan ama kısa sürede işbaşı yapamayacak durumda olanlar” hesaba katılmıyor. Bunlar “atıl işgücü” olarak kabul ediliyor. Bu durum absürt sonuçların ortaya çıkmasına neden oluyor. İşsizlikle “atıl işgücü” arasındaki makas giderek açılıyor. Örneğin TÜİK’e göre Temmuz 2023’te işsizlik oranı yüzde 9,3 iken, atıl işgücü oranı yüzde 22,7 oldu.
[2] Çırak olarak çalıştırılan 9-10-11. sınıf öğrencileri net asgari ücretin yüzde 30’u, kalfa olarak çalıştırılan 12. sınıf öğrencileri yüzde 50’si oranında ücret alıyor.
[3] Oktay Baran, Düşen Ücretler, Artan Kârlar ve Enflasyon Olgusu, 4 Ağustos 2023, marksist.net/node/8032
[4] Oktay Baran, age
link: Demet Yalçın, Rejimin Orta Vadeli Programında Yine Hak Gaspları Var, 25 Eylül 2023, https://marksist.net/node/8068
Gerçek Demokrasi Ancak İşçi Sınıfının Eseri Olabilir
Yaşanan İşçi Eylemlerinin Dinamikleri ve Sorunları