TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliğini gasp eden rejim, Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasındaki uyuşmazlığı “yeni anayasa ihtiyacının” somut göstergesi olarak lanse edip anayasa değişikliği konusunu gündeme oturtmak istiyor. Anayasa Mahkemesinin Can Atalay hakkında tahliye ve yeniden yargılama kararı vermesinin ardından Yargıtay 3. Ceza Dairesi bu kararı reddettiğini açıklamıştı. AYM’yi “hiçbir organ tarafından denetlenmemenin vermiş olduğu rahatlıkla anayasal yetkisini sürekli arttırmak ve kötüye kullanmak”, “yasama organı üzerinde kurduğu vesayeti tüm yargı üzerine taşımak”, “yargısal aktivizm yaparak Anayasayı ihlal etmek ve uygulanamaz hale getirmek”le itham ederek suç duyurusunda bulunmuştu. Bu gelişmeler burjuva medyada tam da rejimin istediği gibi “AYM-Yargıtay çatışması” veya “yargı krizi” olarak tartışıldı, tartışılıyor. Rejim sözcüleri ve yandaşları da bu tartışmaları destekleyecek ve köpürtecek açıklamalar yapmaktalar. Erdoğan’ın “bu tartışmada taraf değil hakemiz” demesi de Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un “Yargıtay’ın kararı ayrıca turnusoldür, kim Milli Yargıdan yana kim değil belli olur” ifadesi de bu amaca hizmet etmektedir.
İki gün boyunca tartışmaların hararetlenmesini bekledikten sonra konuşan Erdoğan, “Yargının iki kurumu arasındaki yetki tartışmasının çözüm yeri anayasadır, yasalardır. Ancak mevcut anayasamız ve yasalarımız, bu konuda yetersiz kalmaktadır” diyerek konuyu yeni anayasa ihtiyacına bağladı. Erdoğan’ı destekler nitelikte bir açıklama da Adalet Bakanından geldi. AYM ve Yargıtay arasındaki krizin yorum farklılığı sebebiyle yaşandığını, eğer yeni bir anayasa yapılmazsa başka krizlerin de çıkabileceğini söyleyen Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, yeni anayasa güzellemesini ise şöyle yaptı: “Bizim hedefimiz anayasanın tümden değişmesi. Demokratik, sivil, hukuk devleti ilkesini koruyan temel hak ve özgürlükleri öne alan katılımcı ve kuşatıcı bir anayasaya bir kere ihtiyaç olduğu açık.”
Daha önce de bu konuyu gündeme getiren iktidar ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de bu tartışmaya kayıtsız kalmadı elbette: “Geldiğimiz bu aşamada karşımıza iki seçenek çıkmaktadır: Ya Anayasa Mahkemesi kapatılmalı ya da yeniden yapılandırılmalıdır… Bunu da yeni bir anayasa ile hayata geçirmek hedefimizdir.” Peki, bu “gelinen aşama” nedir? Bahçeli, kendini hâlihazırda tahkim etmiş ve bunu seçimle taçlandırmış rejimi kalıcılaştıracak adımlar atma zamanı geldi, demiş oluyor.
Rejimin Anayasa Mahkemesinin aldığı hak ihlali kararlarından nicedir rahatsız olduğu, tümüyle susturmak veyahut yetkilerini sınırlandırmak istediği biliniyor. Ancak bu tartışmanın alevlendirilmesindeki asıl murat, Erdoğan’ın iktidarını garanti altına alacak ve rejimi bu tür ayakbağlarından kurtaracak olan yeni bir anayasa yapmaktır.
İktidardaki faşist rejim, giderek dozunu arttırdığı zorbalıkla, baskı ve yasaklarla bugüne geldi. Gazetecilerin, muhalif siyasetçilerin tutuklanması, Kürtlere ve sosyalistlere yönelik ev baskınları, tutuklamalar, sosyal medya paylaşımları nedeniyle binlerce insanın cezalandırılması, RTÜK’ün muhalif kanallara yönelik kapatma cezaları vb. saldırılar artık rejimin “normali” haline gelmiş durumda. Rejim, kararnamelerle kendi yasalarını çıkararak Anayasayı ve mevcut yasaları “ben yaptım oldu” diyerek defalarca deldi, işlevsizleştirdi ve fiilen rafa kaldırdı. Keza Meclis rejimin istediği yasaları geçirmesinin aracına, vitrin süsüne dönüştürüldü. Yargı ve diğer tüm devlet kurumları rejimin talimatları doğrultusunda işleyen kurumlar haline geldi. Bununla birlikte, faşizmin örtüsü olarak varlıklarını sürdürmelerine izin verilen bu kurumların zaman zaman iktidar açısından ayakbağına dönüştüğü de reddedilemez. Erdoğan yol aldıkça önüne çıkan engelleri kaldıra kaldıra iktidarını korumayı başardı. Fakat şimdiye kadar seçim oyunlarından zaferle çıksa da desteğinin giderek eridiği gerçeğini de gözlerden gizleyemez hale geldi. Bu nedenle önümüzdeki süreçte risk oluşturacak tüm engelleri temizleme çabasını hızlandırdığını görüyoruz. Anayasa değişikliği konusunun yaklaşık bir yıldır çeşitli bahanelerle gündeme getirildiğini biliyoruz. Aileyi koruma zırvalarıyla başlayıp son olarak AYM’yle bir üst boyuta taşınan bu konu, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde %50+1 engelinin kaldırılması niyetinin bizzat Erdoğan tarafından dillendirilmesiyle, artık asıl amacı açık edecek şekilde netleştirilmeye başlanmıştır.
Bahçeli’nin %50+1 kuralının değiştirilmesine itiraz eder görünmesi, bir taraftan Erdoğan’ın bu değişiklik doğrultusunda adım atmaktan vazgeçebileceği düşüncesini beslerken, bir taraftan da rejim içerisinde bir kriz olduğu yorumlarına yol açmıştır. Monolitik olmayan bir iktidar blokunun içinde çıkar çatışmalarının, birtakım krizlerin doğması elbette mümkündür, nitekim pek çok kez bunu gördük. Ancak her polemikte bir rejim krizi beklentisi içerisine girmek, bu krizin de rejimin sonunu getireceğini ummak yağmur duasına çıkmaktan farksızdır. Elbette kapalı kapılar arkasında ne tür hesaplar ya da pazarlıklar yapıldığını bilmiyoruz. Bildiğimiz şey Erdoğan’ın iktidarını kalıcılaştırmaya çalışmasıdır.
Yargıtay’ın kararı burjuva muhalefet cephesinde “hukuk devletine darbe”, “yargı darbesi”, “anayasaya karşı darbe” vb. şeklinde yorumlandı. Bu söylemler sanki ortada bir hukuk devleti veyahut aşınmış da olsa bir parlamenter sistem varmış algısı yaratan, rejimin faşist karakterinin görülmesini engelleyen yanıltıcı söylemlerdir. Benzer ifadeler sosyalist soldan da gelirken kimi sosyalistler ise yaşananları “faşizme doğru bir adım daha atılması”, “faşizmin kurumsallaşma süreci” olarak değerlendirdi. Bu değerlendirmeleri yapanlar, aslında çoktan kurumsallaşmış olan faşist rejimin hâlâ inşa hatta tırmanma sürecinde olduğunu düşünüyorlar. Öyle bir tabloyla karşı karşıyayız ki bir tarafta parlamentosundan yargısına her alanda burjuva demokrasisinin askıya alındığını kör göze parmak misali gösteren hadiseler yaşanırken diğer tarafta bu durumdan şikâyetçi oldukları halde halen bu kurumlardan medet umanlar, olmayan hukukun işlemesi gerektiğini söyleyenler var. Bir tarafta faşizm tespitleri yaparken diğer tarafta pratikleri ve söylemleri bu tespitle bağdaşmayan sosyalist örgütler var. Bu çelişkili durum, üzerinden atlanacak bir sorun değildir. Faşist rejime karşı mücadele burjuva muhalefete, çoktandır kabuğa dönüşmüş parlamentoda muhalefet yapmaya, rejimin kuklası haline gelmiş yargıya, kevgire dönmüş anayasaya bel bağlanarak verilemez. Nasıl bir rejimle karşı karşıya olduğumuzu gerçek anlamda bilince çıkarmadan bu rejime karşı doğru bir mücadele hattı oluşturmak mümkün değildir.
Öncelikle daha önce çeşitli yazılarımızda pek çok kez vurguladığımız bir gerçeği tekrar belirtelim. Karşımızda uzun bir süredir kurumsallaşmış bir sivil faşist rejim vardır. 2015 Haziran seçimlerinin ardından yükselen faşist tırmanış süreci[1] 2016 Temmuzunda gerçekleştirilen OHAL darbesinin ardından faşizmin iktidara oturmasıyla nihayetlenmiştir. 2017 Nisanında yapılan “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” referandumunu izleyen süreçte attığı çeşitli adımlarla ise faşist rejim kurumsallaşmıştır. Ancak bu rejim 12 Eylül askeri faşizminden farklı olarak sivil bir karaktere sahipti. Elif Çağlı Eylül 2017’deki makalesinde bunun yarattığı yanılsamalara ve tehlikelere özellikle dikkat çekmişti:
“Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, askeri faşizm iktidar koltuğuna kurulur kurulmaz sağı ve soluyla sivil siyaset güçlerine ani bir darbe indirerek siyasi yaşamı açıkça sona erdirir. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme misali, ülkedeki çatışmalı ortama son verdiği görüntüsü sergileyerek, kendi askeri diktatörlüğünün toplum tarafından ehven-i şer görülmesini sağlar. Sivil faşizmde ise durum biraz daha farklıdır. Ülkeyi kendi ilan ettiği olağanüstü hal yasalarıyla (KHK’larla) yönetmeye başlayan iktidar partisi, bu süreçte diğer tüm örgüt ve çevrelerin siyasetini adım adım boğma pahasına, kendi “sivil” siyasetini sanki normal burjuva rejim işliyormuş süsü vererek sürdürür. O nedenle de, toplumda, siyasi yaşam (artık bu biçimde de olsa!) devam ediyormuş gibi bir kabullenme hali egemen olur.
“Sivil faşizm iktidara tırmanma kesitinde ve iktidarının ilk döneminde, özellikle işçi-emekçi kitlelerin mücadeleci örgütlerine seçmeli biçimde baskı-şiddet yöneltmekte, toplumun geri kalanına ise dokunmayacağı algısı yaratmaktadır. Kendi özel harekât güçleri eşliğinde gerçekleştirdiği “saray” veya “seçim” darbeleriyle iktidara tırmanan sivil faşizm, bu süreçte püskürtülmediği takdirde iktidara iyice yerleşmek için büyük fırsat kazanmış olmaktadır. Şu da bir gerçektir ki, zamana yayılmış biçimde ve dozu alıştıra alıştıra arttırılan faşist uygulamalar, faşizmin iktidara yerleşmesini engelleyecek geniş ve birleşik bir mücadelenin örülmesi sürecini pörsütmektedir.
“Açık baskı yöntemi ve ideolojik propagandalarla kitleler ne denli bastırılıp veya kandırılsa da, askeri faşist rejim nihayetinde toplumun çoğunluğu tarafından geçici bir rejim, görevini tamamlayıp yerini tekrar olağan parlamenter işleyişe bırakacak bir dönem olarak algılanmaktadır. Oysa sivil faşist rejim, içteki muhalefetin büyümesi veya dış basınç, savaş yenilgisi gibi faktörlerin etkisi saklı tutulmak koşuluyla, faşist propagandayla kitle desteğini arttırdığı ölçüde ömrünü uzatabilmektedir. Sivil faşist rejim, demagojiyle kandırdığı kutba kendi anormalliğini normalmiş gibi benimseterek ve kandırmayı başaramadığı diğer kutbun değişim umudunu ise yarattığı baskı ve bezginlik atmosferinin içinde boğarak toplumu paralize eder. Askeri faşist rejim esas gücünü bizzat iktidar olan topun, tüfeğin, tankın yarattığı baskı ve şiddetten alırken, sivil faşizm de aynı baskı araçlarını kullanmakla birlikte, daha önemlisi ve tehlikelisi, geri kitlelerin sıradanlığını okşayan sinsi bir propagandayla geniş kitlelerin hücrelerine nüfuz eder.”[2]
Elif Çağlı’nın 6 yıl önce yaptığı tespitler o zamandan bugüne pek çok kez doğrulandı. “Dozu alıştıra alıştıra arttırılan faşist uygulamalar”, Meclisin, siyasi partilerin, sendikaların kapatılmaması, seçim mekanizmasının askıya alınmaması sadece örgütsüz kitleleri yanıltmakla kalmadı, sosyalist hareketi de dağıtıcı bir etki yarattı. Geçtiğimiz 7 yıl içinde pek çok kez sıkışma yaşayan, kırılganlıkları, çelişkileri, zayıflıkları açığa çıkan, dış politikada defalarca tornistanlar yapan, ekonomiyi yıkımın eşiğine getiren, narko-mafyatik ilişkileri, yolsuzlukları açığa çıkan, sağlık ve eğitim sistemini çöküşe sürükleyen, devlet kurumlarının içini boşaltarak neredeyse işlemez hale getiren, deprem ve sellerde on binlerce insanın ölümüne neden olan rejim, kitle desteği belli ölçüde azalmasına rağmen ona karşı birleşik ve kitlesel bir mücadele örülememesi yüzünden iktidarda kalmayı başardı.
Kuşkusuz ki yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada otoriterleşmenin ve faşist uygulamaların yükselişte olduğu bir dönemden geçiyoruz. Kapitalist sistemde ekonomik, siyasal hiçbir gelişme birbirinden bağımsız, kopuk değildir. Dolayısıyla Türkiye’de totaliter bir rejimin hüküm sürmesi sadece iç dinamiklerle açıklanamaz. Bu nedenle otoriterleşmeden totaliterleşmeye giden sürecin tespit edilmesi kadar önemli olan bir başka şey de bu sürecin altında yatan temel dinamiklerin ne olduğunun ortaya konulmasıdır. Levent Toprak, 2016’da yazdığı makalede bu dinamikleri şöyle sıralamıştı: “Birincisi, kapitalist dünya sisteminin tarihsel nitelikte, derin ve genel bir bunalım içinde olmasıdır, ki bu bunalım tüm dünyada genel bir eğilim olarak otoriterleşmeyi beslemektedir. İkincisi, bu bunalımın bir sonucu ya da ifadesi olarak şu anda genel bir emperyalist paylaşım savaşı sürecinin işliyor oluşudur, ki bu, kendine özgü tarzda ilerleyen bir üçüncü dünya savaşı anlamına gelmekte ve bugün asıl olarak Ortadoğu’da yoğunlaşmaktadır. AKP liderliğindeki Türkiye, ekonomik ve politik düzeyinin çok üzerinde hırslı ve maceracı bir şekilde bu emperyalist paylaşımdan pay kapmaya çalışmaktadır. Üçüncüsü, Kürt sorunu ve bu temelde yürüyen savaştır. Dördüncüsü ise, Erdoğan’ın kişisel ikbal kaygılarının da güdülediği otoriter bir başkanlık sistemine geçme hırsı ve bu uğurdaki zorlamasıdır.”[3]
Bu temel dinamikler bugün de geçerliliğini sürdürüyor. Hatta diyebiliriz ki kapitalizmin tarihsel krizi daha da derinleşirken Üçüncü Dünya Savaşı da giderek kızışıyor. Bu konjonktürde varlığını garantilemek isteyen rejim kaçınılmaz olarak içeride baskılarını arttırıyor. Ev baskınları, gözaltı ve tutuklamalar tam gaz sürüyor. Yüzlerce HDP’li siyasetçi keyfi biçimde hapiste rehin tutulurken, Gezi tutukluları terör suçlamasıyla ceza alırken, Can Atalay AYM kararına rağmen tahliye edilmezken, Hrant Dink’in katili Ogün Samast “iyi hal” indirimiyle tahliye ediliyor. Bu tahliyenin zamanlamasına bakıldığında muhalefeti yıldırma ve gözdağı verme amacı taşıdığı da açıktır. Ama diğer taraftan yargı mekanizması işliyormuş izlenimi verecek hamleler de yapılmaktadır. Meselâ Ogün Samast hakkında yeni bir iddianame hazırlandığı söylenerek yeniden yargılanabileceğine dair bir izlenim yaratılıyor. KHK’yla görevden alınan Barış akademisyenlerine göreve iade kararları çıkabiliyor, gazeteci Tolga Şardan birkaç gün tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılıyor, beş kez cezaevine girip çıkan gazeteci Barış Pehlivan altıncı kez tutuklanmasının ardından serbest bırakılıyor, Mersin’de altı aydır tutuklu olan HDP’liler tahliye ediliyor. Keza 5,5 yıldır Galatasaray Meydanında toplanmalarına izin verilmeyen Cumartesi Anneleri, rejimin yeni İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın “izniyle” üç haftadır eylemlerini yapabiliyorlar. Yerlikaya aynı zamanda “mafya ve suç örgütleriyle kahramanca mücadele eden Bakan” olarak parlatılmaktadır. Uyuşturucu çetelerine, kırmızı bültenle aranan çete liderlerine, kara para aklayan Dilan Polat ve benzeri fenomenlere yapılan gözaltı operasyonları ve tutuklamalar Yerlikaya’nın suç örgütlerine yönelik kapsamlı bir temizliğe giriştiği izlenimi vermektedir. Bu operasyonların amacı bir yandan Soylu’nun çevresine yönelik bir temizlik iken, bir yandan da “kara para aklanmasını ve terörün finansmanını engellemede yetersiz” görüldüğü için iki yıldır tutulduğu gri listeden Türkiye’yi çıkarmaktır. Fakat şu da açıktır ki, bu operasyonlar iktidar içindeki narko-mafyatik ilişkilerin sadece çok küçük bir kısmına dokunmaktadır. Gerçek bu olduğu halde burjuva muhalefet partileri Bakanı tebrik etmek için yarışmakta, rejimin yarattığı yanılsamayı beslemektedirler.
Sıraladığımız gerçeklerin halen bütünlüklü olarak görülememesi ve legalist/parlamenterist hayallerden kopulamaması ne yazık ki faşizme karşı mücadeleyi zayıflatmaktadır. Gelişmeler yaşanırken, bir dönemeç noktası henüz geçilirken net siyasal sonuçlar çıkarmak mümkün olmayabilir, bu da anlaşılır bir durumdur. Ama Türkiye 2015’ten bu yana faşist tırmanış, yerleşme ve kurumsallaşma olarak adlandırabileceğimiz üç belirleyici dönemeçten geçti. Keza kurumsallaştıktan sonra da rejim olduğu yerde durmadı, baskının dozunu her geçen gün arttırdı. Elinde tuttuğu devlet ve medya gücünü sonuna kadar kullanarak toplumdaki yapay kutuplaşmayı derinleştirmeyi, kitleleri manipüle etmeyi başardı. 14-28 Mayıs seçimlerini içeride ve dışarıda kendisine meşruiyet sağlamak için kullandı. Öyle bir toplumsal hava oluştu ki rejime karşı mücadelenin sandığa hapsedilmemesi gerektiği gerçeği sosyalist hareket tarafından sadece lafzen dile getirilen ama pratikte karşılığı olmayan bir argüman olarak kaldı. Nihayetinde rejimin seçimle gitmeyeceği görüldü görülmesine ama bu kez de burjuva kurumların olağan dönemlerdeki gibi işleyeceğinin, tamamen işlevsizleşmiş parlamentoda muhalefet yapılabileceğinin düşünülmesi, halen rejimin gerçek niteliğinin görülemediğini ya da görülmek istenmediğini göstermektedir. Bu isteksizliğin en önemli nedeni, bu tespitin örgütsel-politik gereklerini yerine getirmekten kaçınmaktır. Kuşkusuz bu noktada CHP’yi güdüleyen faktörlerle sosyalist hareketi güdüleyen faktörler farklıdır.
Seçimlerden sonra sosyalist hareket içinde çeşitli değerlendirmeler yapılmış ve temel sorunun solun işçi sınıfından kopukluğu olduğu, bunun değişmesi gerektiği dile getirilmiştir. Ne var ki bugünkü tabloya baktığımızda bu doğru tespitin gerektirdiği bir pratiğin hayata geçirildiğinden söz etmek mümkün değildir. Bu gerçekleri dile getirmemizin nedeni karamsar bir tablo çizmek değil içinde bulunduğumuz nesnel ve öznel koşulların gerçeklerini ortaya koymaktır. Çünkü Elif Çağlı’nın dediği gibi acı gerçekleri içeren bir siyasal-toplumsal tablo bu gerçeklerden kaçarak değil, tersine onları derinden kavrayan bir mücadeleyle değiştirilebilir ancak.
[1] Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye!, 27 Ocak 2016, https://marksist.net/node/4873
[2] Elif Çağlı, Faşizmin Panzehiri Devrimci Dirençtir, 5 Eylül 2017, https://marksist.net/node/5898
[3] Levent Toprak, Ne Yapmalı?, 2 Nisan 2016, https://marksist.net/node/5015
link: Demet Yalçın, Rejimin Kalıcılaşma Çabası, 1 Aralık 2023, https://marksist.net/node/8138
TTB’ye de Görevden Alma ve Kayyum Zorbalığı!
Friedrich Engels ve İnsanlaşmak…