2022-2024 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Program (OVP) 5 Eylülde resmi gazetede yayımlandı. Berat Albayrak’ın bakanlığı döneminde “Yeni Ekonomi Programı” (YEP) adıyla ve adeta şovla açıklanan program bu yıl eski adıyla, OVP olarak ve sessiz sedasız yayımlandı. “Yeni” tanımlamasından vazgeçilmesi, artık alay konusu olan bu adlandırmanın bir karşılığının olmadığının farkına varılmasından mıdır yoksa Albayrak’la özdeşleşen ekonomi politikalarından vazgeçildiği mesajının verilmek istenmesinden midir bilinmez ama yayımlanan programa bakıldığında, kimi rakamlar daha gerçekçi görünse de önceki yıllardan pek de farklı olmadığı görülüyor. Diğer taraftan geçmiş yıllarda olmayan “yeşil dönüşüm” başlığının programa eklenmiş olması dikkati çekiyor.
Ekonomide şahlanış dönemine girdiğimiz propagandasıyla örtüşmeyen ve önceki OVP’lerle kıyaslandığında aşağı çekildiğini gördüğümüz hedeflere bakıldığında, bu Orta Vadeli Programın ekonomideki kötü gidişatın itirafı niteliğinde olduğu görülüyor. Hele bir de 2013 yılında davul zurnayla açıklanan ve iktidar tarafından yıllarca siyasi propaganda malzemesi olarak kullanılan 2023 hedefleriyle karşılaştırıldığında, gelinen noktanın siyasi iktidar açısından tam bir ekonomik hezimet olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Ancak buna rağmen pek çok ekonomist 2022-2024 hedeflerini “oldukça iyimser” olarak yorumluyor. Siyasi iktidarın son yıllarda izlediği dış siyasetin ve yandaş sermayeyi palazlandırmaya yönelik politikalarının ekonomide yol açtığı sorunlara, kapitalizmin küresel krizinin Türkiye gibi ekonomisi kırılgan ülkeler üzerindeki olumsuz etkilerine bakıldığında, aşağı çekilmiş olsa bile OVP hedeflerinin gerçeklikle bir ilgisinin olmadığı ortadadır.
Öncelikle ekonomik büyüme hedeflerine bakalım. Geçen yıl açıklanan Orta Vadeli Programda 2021 yılı için büyüme hedefi yüzde 5,8 olarak öngörülmüştü. Programda bu tahmin yüzde 9 olarak revize edilmiş. Ekonominin 2021’in birinci çeyreğinde yüzde 7,2 ve ikinci çeyreğinde yüzde 21,7 oranında büyüdüğünün açıklanması, bu tahminin tutabileceğini gösteriyor. Peki bu sonuçtan bir başarı hikâyesi çıkar mı? Erdoğan’ın ekonomide şahlanış dönemine girildiği propagandasına ve rejim medyasının özellikle ikinci çeyrek büyümesini davul zurnayla duyurmasına bakılırsa çıkar. Ama bunun bir “şahlanma” değil ancak bir “toparlanma” anlamına geldiğini, zira baz etkisiyle bir büyüme yaşandığını cümle âlem biliyor. 2020 yılında ekonomi ikinci çeyrekte yüzde 10’un üzerinde bir küçülme yaşamış, yılın tamamında ise ekonomik büyüme oranı yüzde 1,8’de kalmıştı. Dünya genelinde uygulanan karantina ve kapanmanın ardından gelen açılmayla birlikte ekonomide göreli bir büyüme yaşanacağı herkesin malûmuydu. Yüksek enflasyon, dolar kurunda artış, büyüyen işsizlik ve milyonların yoksullaşması pahasına ve baz etkisiyle gerçekleşen bu büyümeyi bir başarı hikâyesi olarak vermek gerçekleri çarpıtmak ve toplumun algılarıyla oynamaktır.
Nitekim kişi başına düşen gelir, işsizlik ve enflasyon rakamlarına bakıldığında emekçilerin “ekonomik büyümeden” nasibini alamadığı, aksine gidişatın kötü yönde olduğu açıkça görülüyor. OVP’ye göre bu yılın sonunda kişi başına düşen gelir (şayet daha da düşmezse) 9489 dolar olacak. Gayrisafi yurtiçi hâsılanın (GSYH) ülke nüfusuna bölünmesiyle hesaplanan kişi başına gelirin emekçilerin gerçek durumunu yansıtmadığını biliyoruz. Ancak yine de yıllar içinde yaşanan değişime bakarak durum tespiti yapmak mümkündür. 2013 yılında 12 bin 480 dolar olan kişi başına gelir, 8 yıl sonra en az 3 bin dolar azalmıştır. Aynı süre zarfında ise yandaşlar başta olmak üzere tekelci sermayenin kârı katlanmıştır. Gerileyen ülke gayrisafi hâsılasına rağmen sermayenin kârını katlaması, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde Türkiye işçi sınıfının yoksullaştığını göstermektedir.
İktidar 2021’in sonunda enflasyonun yüzde 16,2, işsizliğin ise yüzde 12,6 düzeyinde olacağını söylüyor. Enflasyon ve işsizlik oranları Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından hesaplanıyor. TÜİK’in takla üstüne takla atarak ancak bu kadar düşürebildiği oranlar bu haliyle bile oldukça yüksektir. Ama gerçek işsizlik ve enflasyon çok daha yüksektir! TÜİK’in hesaplamalarından yola çıkarak gerçek işsizliği anlayacaksak “geniş tanımlı işsizlik” rakamlarına bakmak gerekir. TÜİK’e göre 2021’in ikinci çeyreğinde dar tanımlı işsizlik yüzde 12,4 iken geniş tanımlı işsizlik yüzde 25,4 olmuştur. Bu veriden yola çıkarak 2021 yılının tamamında gerçek işsizliğin söylenenin iki katı olacağını tahmin etmek zor değildir. İktidara göre “Program dönemi boyunca istihdamın yıllık ortalama 1 milyon 170 bin kişi artması ve işgücüne katılım oranlarındaki artışa rağmen işsizlik oranının kademeli olarak gerileyerek 2024 yılında yüzde 10,9 seviyesinde gerçekleşmesi” öngörülüyormuş. Bunun nasıl mümkün olacağına ilişkin sıralanan politika ve tedbirlere bakıldığında süslü cümleler arasına sıkıştırılmış son madde dikkati çekiyor: “İş sağlığı ve güvenliği mevzuatı, çalışma hayatında ortaya çıkan ihtiyaçları karşılayacak düzeyde güncellenerek rehberler ve yeni teknolojiler aracılığı ile her büyüklükteki işyerine uygulanabilirliği sağlanacaktır.” 2012 yılında çıkarılan İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununda yer alan “iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi bulundurma” zorunluluğunun kamu kurumlarında ve 50’den az işçi çalıştıran az tehlikeli işyerlerinde yürürlüğe girmesi tam dört kez ertelenmiş ve son olarak 31 Aralık 2023’e bırakılmıştı. Kanunun yürürlükte olduğu işyerlerinde ise iş cinayetleri ve iş kazaları sayısında her yıl artış yaşanıyor. Durum buyken “istihdamı arttırmak” bahanesiyle iş sağlığı ve güvenliği mevzuatında nasıl bir “güncelleme” yapılacaktır? Açıkçası bu “güncellemenin” işçi sağlığını ve güvenliğini korumaya dönük olacağını düşünmek için hiçbir sebep bulunmuyor. Ancak iktidarın buradaki muradının ne olduğunu önümüzdeki dönem atacağı adımlardan göreceğiz.
Her ne kadar geçen yıl açıklanan OVP’ye göre 2021 için yüzde 8 olan enflasyon beklentisi bu programda yükseltilerek revize edilmişse de yine de gerçekçi değildir. TÜİK’in açıkladığı enflasyonun gerçek enflasyondan ne kadar uzak olduğunu görebilmek için sıcağı sıcağına açıklanan Eylül ayı verilerine bakabiliriz. TÜİK Eylül ayı yıllık enflasyonu (TÜFE) yüzde 19,58 olarak açıklarken Üretici Fiyat Endeksini (ÜFE) yüzde 43,96 olarak verdi. Üretim maliyetlerindeki artışın tüketici fiyatlarına bu kadar açık bir farkla yansımaması düşünülemez. Dolayısıyla TÜFE ve ÜFE arasındaki 24 puanlık fark gerçekçi değildir. Nitekim Enflasyon Araştırma Kurumu (ENAG) Eylül ayı yıllık enflasyonu yüzde 44,7 olarak açıkladı. Bu rakam TÜİK’in açıkladığının iki katından fazladır. 2021’in son çeyreğinde bir mucize yaşanmazsa yüzde 16,2 olan enflasyon tahmininin de tutmayacağını, gerçek enflasyonun ise yüzde 40’lar civarında veya daha yüksek olacağını söylemek yanlış olmaz. Ancak siyasi iktidar asıl olarak önümüzdeki üç yılın enflasyon tahminlerini yaparken kanatlanmışa benziyor. Zira resmi olarak bile yüzde 20’ye dayanmış bulunan enflasyonun 2022’de yüzde 9,8’e düşeceğini söylerseniz kimseyi inandıramazsınız, TÜİK’e bile bu kadar takla attıramazsınız.
Benzer bir durum dolar kuru için de geçerlidir. OVP tahminlerine bakıldığında ortalama dolar kurunun 2021’de 8,30 lira, 2022’de 9,27 lira, 2023’te 9,77 lira ve 2024’te 10,27 lira olmasının öngörüldüğü anlaşılıyor. Daha 2021 bitmeden 9 lira sınırına dayanan ve yukarı doğru çıkışını devam ettiren doların tahminlerin üzerine çıkacağı açıktır. Doların yükselişi, “maaşını dolarla almayan” emekçilerin daha fazla yoksullaşması ve hayat pahalılığının artması demektir.
Emekçileri yakından ilgilendiren bir diğer konu ise bütçe açığıdır. Bütçe açığı kabaca bütçe giderlerinin bütçe gelirlerinden fazla olması durumunda oluşan açıktır. Bütçe açığını oluşturan en büyük gider kalemi faiz giderleridir. Türkiye son yıllarda doların da yükselmesiyle iç ve dış borç faizlerine yüklü miktarlar ödemektedir. Nitekim 2021 yılı sonunda faiz giderleri 190 milyar lira olacaktır. Bu miktar 2021 bütçesinde öngörülen 180 milyar liradan fazladır. OVP’ye göre faiz harcamaları 2022’de 252 milyar lira, 2023’te 304 milyar lira, 2024’te ise 335 milyar lira olacak. Doların hızlı yükselişini göz önünde bulundurduğumuzda faiz harcamalarının öngörülenden daha fazla olacağını söylemek yanlış olmaz. Ancak faiz harcamalarını çıkardığımızda bile bütçe açık vermektedir. Faiz dışı giderlerin bütçe gelirlerinden fazla olmasının en temel nedenleri ise vergi indirimi, teşvik, garanti ödemesi gibi şekiller altında sermaye sınıfına akıtılan kaynaklar, savaş aygıtının ve Sarayın yuttuğu milyarlardır.
Siyasi iktidar şu anda ekside olan faiz dışı dengenin 2024’te yüzde 0,3 fazlaya döneceğini söylüyor. Bunun olabilmesi için bütçeden sermayeye aktarılan kaynakların kısılması ya da sağlık, eğitim gibi kamu hizmetleri için yapılan harcamaların azaltılması veyahut bütçe gelirlerinin daha da arttırılması gerekiyor. Rejimin tam bir sermaye iktidarı olduğu düşünülürse bütçe gelirlerinin arttırılması durumunda asıl olarak emekçilerden alınan vergilere yüklenilecektir. Nitekim daha önce de dillendirilen “verginin tabana yayılması” söylemi bu yılki OVP’de de yer alıyor. Sözde vergilemede adalet, eşitlik, öngörülebilirlik ve şeffaflık ilkeleri temelinde yapılacağı söylenen “verginin tabana yayılması”nın anlamı sermayenin değil emekçilerin ödeyeceği vergilerin arttırılmasıdır. Sermayeye aktarılan kaynakların ise kısılmayacağı kesindir. Asıl kısıtlamaya gidilecek olan kalem çok açık ki kamu hizmetlerinde yapılan harcamalarıdır. Nitekim OVP’de yer alan “kamu hizmetlerinin azami tasarruf anlayışı içinde yerine getirileceği”, “ilaç, tıbbi cihaz ve tedavi harcamalarının daha akılcı hale getirileceği” gibi ifadeler bunu gösteriyor. Geçtiğimiz haftalarda Sayıştay raporunun ortaya çıkardığı SGK yolsuzluğuna sesini çıkarmayan, ancak kimi ilaçları SGK’nın geri ödeme listesinden çıkaran, şehir hastaneleri üzerinden sermayeye aktarılan kaynağın lafını bile etmeyen siyasi iktidarın, ancak emekçileri hedefe koyarak sağlıkta harcamaları “daha akılcı hale getireceği” açık değil midir?
Nereden çıktı bu yeşil sevdası?
Yeşili sadece dolarda sevdiğini bildiğimiz siyasi iktidarın ansızın zuhur eden bu “çevre hassasiyetinin” ne anlama geldiği bir başka yazının konusu şüphesiz. Ama kısaca söyleyecek olursak, yeşil dönüşüm başlığı altında sıralanan tedbirlerin altı boştur; bütçe programında ilgili bakanlıklara ayrılan bütçede anlamlı bir değişiklik yapılmaması, sermayeyi palazlandırma aşkına doğa talanının tam gaz sürdürülmesi iktidarın samimiyetsizliğinin kanıtıdır. “Yeşil dönüşüm”ün gündeme gelmesinin, altı yıldır imzalanmayan Paris İklim Anlaşmasının Erdoğan tarafından Meclise gönderilmesinin asıl nedeni iktidarın tam da doların yeşiline sevdalı oluşudur. Zira Avrupa Birliği, 11 Aralık 2019 tarihinde açıkladığı Avrupa Yeşil Mutabakatı ile sanayisinin dönüşümünü ve tüm politikalarını iklim değişikliği ekseninde şekillendireceğini duyurmuştu. Türkiye gibi ihracatının büyük bir bölümünü Batı’ya yapan bir ülkenin bu mutabakatı dikkate almaması mümkün değildir. “Yeşil Dönüşüm” hamlesiyle siyasi iktidar, aynı zamanda aradığı ama bir süredir bulamadığı finans kaynağına da kavuşmayı hayal etmektedir. Aslında OVP’de bu durum açıkça dile getirilmiştir. Şöyle deniyor programda: “Özellikle Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamında reel ekonominin sıfır karbon ekonomisine dönüşüm sürecinde finans sektörünün ve bankacılığın önemli bir rolü olacağı öngörülmektedir. Bu süreçte gerçekleştirilecek yasal altyapı çalışmalarının da uluslararası sürdürülebilir para ve sermaye piyasalarından uygun maliyetli kaynak sağlamak için bir ön koşul olacağı anlaşılmaktadır.”
2013’ten 2023’e: Yerle bir olan “2023 hayalleri”
İhtiyaçlarını karşılayabilmek için kredi kartlarına yüklenen veyahut kredi çeken emekçilerin sayısı her geçen gün artıyor, borç dağları birikiyor. Haziran 2021 verilerine göre Türkiye’de yaklaşık 35 milyon insanın kredi veya kredi kartı borcu bulunuyor. Toplam kredi borcu tutarı ise 875 milyar lira. Sadece İstanbul’da 13 milyon insanın kredi borcu bulunuyor. Dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 3 bin liranın üzerinde, yoksulluk sınırı ise 10 bin liraya dayanmış durumda. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sosyal güvenlik raporuna göre Türkiye, yoksulluk sınırının yüzde 21,7’sine tekabül eden ortalama emekli maaşıyla, emeklisi en yoksul ülkeler arasında yer alıyor.
OVP hedeflerine göre 2023 yılında GSYH 925 milyar dolar, kişi başına düşen gelir 10 bin 703 dolar olacak, işsizlik ise yüzde 11,4’e düşecek. 2013 yılında tantanayla açıklanan, yıllarca propagandası yapılan 2023 hedeflerinde ne deniyordu peki? GSYH 2 trilyon dolar, kişi başına düşen gelir 25 bin dolar, işsizlik yüzde 5 olacak! 10 yıllık “büyüme ve şahlanma” masalının sonunda gelinen nokta, hedeflerin yarı yarıya aşağı çekildiği, gerçekleşenin ise daha da aşağıda olduğu bir ekonomi gerçeğidir, tam bir başarısızlık hikâyesidir. Ama siyasi iktidar ortada başarısızlık yokmuş gibi, aynı besteye farklı sözler yazıp hep aynı şarkıyı söylüyormuş gibi davranmaya devam ediyor. Hayat pahalılığı, düşen reel ücretler, büyüyen yoksulluk, işsizlik, zamlar, biriken borçlar… Bütün göstergeler önümüzdeki dönemin emekçiler için çok daha zorlu geçeceğini ortaya koyuyor. Ama her şeyin karşıtıyla birlikte var olduğunu hatırlatarak bitirelim. Büyüyen ekonomik sorunlar siyasi iktidara yönelik öfkenin ve tepkinin de büyümesi demektir.
link: Demet Yalçın, İktidarın Orta Vadeli Programı: Beste Aynı, Sözler Farklı, 7 Ekim 2021, https://marksist.net/node/7479
Kapitalizm İftiharla Sunar: Avrupai Modern Vicdansızlık!
Sınıyorlar Bizi