Göçmen/mülteci konusu birikimli bir sorun olarak Türkiye’nin gündemini işgal etmeye devam ediyor. Son günlerde başta sosyal medya olmak üzere çeşitli platformlarda göçmenlere yönelik bir nefret dalgasının örgütlendiğine tanık oluyoruz. Emekçilerin tepkisi sorunun gerçek kaynağına değil mağdurlara yönlendirilmek, bu sorun üzerinden kimi planlar hayata geçirilmek isteniyor. Ne yazık ki örgütsüz ve manipülasyona açık kitleler bu nefret dalgasının girdabına kapılabiliyorlar. Hayat pahalılığı, işsizlik ve yoksulluğa karşı tepkilerini rejime değil de en zayıf halkaya yani göçmenlere yönlendiriyorlar. En baştan belirtelim ki göçmen/mülteci sorunu ekonomik, politik, toplumsal boyutları olan karmaşık bir sorundur. Emekçiler sorunun kaynağını göremediği sürece göçmen sorunundan siyasi rant devşirme peşinde olanların değirmenine su taşımaktan kurtulamazlar. Göçmen sorununu doğru ortaya koyabilmek için adım adım gidelim ve önce sorunun asıl kaynağının ne olduğuna bakalım.
Kimse durduk yere doğduğu yeri bırakarak dilini, kültürünü bilmediği başka bir ülkeye gitmez. Bazen yaşadığımız mahalleyi, hatta evi değiştirmek bile zor gelirken düşünün ki milyonlarca insan evini, barkını, yurdunu, sevdiklerini bırakıp ölümü, aşağılanmayı, horlanmayı göze alarak bir bilinmezliğe doğru göç yoluna çıkıyor. Böyle bir karar akşamdan sabaha alınacak kolay bir karar değildir. İnsanları göçe zorlayan faktörler işsizlik, kuraklık, savaş, çatışma, açlık, yoksulluk gibi yaşamsal nedenlerdir. Bu faktörleri yaratansa kapitalist sömürü düzenidir. Dünya Göç Raporuna göre doğduğu ülkenin dışında yaşayan insanların sayısı 2020 yılında 281 milyondu. 2020’den bu yana göçe yol açan sorunların artarak geldiğini düşündüğümüzde bu sayının bugün 300 milyonun üzerinde olduğunu tahmin etmek zor değildir. Mesela Şubat ayında başlayan Ukrayna savaşı nedeniyle sadece üç ay içinde 6 milyonun üzerinde insan ülkesini terk etti. Kapitalist sistemin yarattığı yıkım ve tahribat o denli büyük ki dünyadaki göçmen sayısı her geçen gün geri dönüşsüz bir şekilde artıyor.
Milenyumla birlikte tarihsel sistem kriziyle sarsılmaya başlayan kapitalizmin dünya ölçeğinde büyük bir fırtına ve çalkantıya yol açtığını pek çok yazımızda dile getirdik:
“Kapitalizmin içine girdiği tarihsel bunalım ve eş zamanlı olarak yaşanan hegemonya krizi, uzatmalı ve çok parçalı bir emperyalist savaşa yol açtığı gibi kapitalistleri dünyayı yok oluşa götürmek pahasına çok daha saldırgan ve tahripkâr adımlar atmaya zorluyor. Suriye, Libya, Irak ve Yemen yangın yerine çevrildi ve bu topraklarda yaşayan milyonlarca insan göç etmek zorunda kaldı. Emperyalist savaşın bir parçası olarak radikal İslamcı grupların saldırılarına maruz kalan, bölgesel çatışmaların yaşandığı Afrika ve Asya ülkelerinde de milyonlarca insan çatışmalardan, açlıktan ve geleceksizlikten kaçarak yeni bir yaşam umuduyla Batı’ya gitmeye çalışıyor.
“Kapitalist sistem dünyayı «iklim mültecileri» kavramıyla da tanıştırdı. Kapitalistlerin daha fazla kâr uğruna sebep olduğu küresel iklim değişikliklerinin sonucu olarak kuraklık, aşırı sıcaklar, sel gibi yaşanan büyük felaketler de insanları göçe zorluyor. İsveç düşünce kuruluşu FORES yaptığı araştırmaya dayanarak hazırladığı raporda son 10 yılda iklim mültecilerinin sayısının 21,5 milyon olduğunu söylüyor. Kapitalizmin varlığını ve dolayısıyla tahribatlarını devam ettirmesi durumunda 2050 yılına kadar 200 milyon insanın iklim nedeniyle Avrupa’ya doğru göç edeceğini öngörüyor.”[1] Yani artık göç sorunundan değil kapitalizmin yarattığı küresel göç krizinden söz ediyoruz. İlk başta bu gerçeği görmek zorundayız.
Avrupa ülkelerinin yıllardır yüz yüze olduğu göç ve göçmenlik sorunuyla Türkiye toplumu esas olarak son 10 yılda tanışmıştır. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin büyük ölçüde kentleştiği ve milyonların büyük kentlere toplandığı, keza büyük bir işsizlik ve yoksullaşma dalgasının yaşandığı bir dönemde olmaktadır. Şu anda resmi rakamlara göre 6 milyondan fazla göçmenin bulunduğu ve 4 yıldır krizlerle sarsılan bir ülkede işsizlerin sayısının artmaması, ev kiralarının fırlamaması veya kültürel sorunların yaşanmaması düşünülemez. Göç dalgaları varsa, değişik ülkelerden milyonlarca insan birkaç yıl içinde bir ülkede toplanmışsa, orada sorun da vardır. Rejimin göçmen politikasının bu sorunları daha da büyüttüğünü ve çetrefilli bir hâle getirdiğini de eklememiz gerekiyor. Ancak sorunlar ne kadar büyük olursa olsun bulunduğu yerde yaşama koşulları kalmamış insanlara “yerinizde kalın ve cehennemi koşullara katlanın” demek insani değildir. Kaldı ki Türkiye’de bir gelecekleri olmadığı düşüncesiyle kitleler halinde Avrupa’ya gitmek isteyen gençlere hak verenlerin göçmenlere/mültecilere “gelmeyin” demesi ikiyüzlülük değil midir?
Elbette göçmen sorununun varlığı inkâr edilemez. Ancak sorunun kaynağını ve çözümünü doğru ortaya koymak gerekiyor. Gerçek şu ki ne rejimin ne de burjuva muhalefetin bu sorunun gerçek çözümüne dair bir niyeti vardır. Kimden gelirse gelsin çözüm olarak “mültecileri ülkelerine geri göndereceğiz” demek gerçekçi değildir, içi boş propagandadan ibarettir. Bu tür söylemler pek çok emekçinin kulağına hoş gelebilir ama mülteci sorununun böyle “basit” bir çözümü yoktur. Savaştan, çatışmalardan ve ölümden kaçan milyonlarca Suriyeli nereye gidecek? Yakılıp yıkılmış, sanayisi ve altyapısı tahrip edilmiş, işsizlik, açlık ve can güvenliği sorununun olduğu bir ülkeye mi? Suriye’deki savaş bitmeden, Türkiye ve emperyalist güçler Suriye’den elini çekmeden, ülke ekonomik olarak ayağa dikilmeden, gerekli sosyal ve demokratik koşullar oluşturulmadan milyonlarca insanın geri dönmesi mümkün değildir. Emekçiler bu gerçeği görmeli ve başta Türkiye olmak üzere tüm emperyalist ve bölgesel güçlerin derhal Suriye’den elini çekmesini talep etmelidirler.
Suriye’de savaş çıkaranlar ve ülkeyi yaşanmaz hale getirenler Suriyeli emekçiler değil Batılı emperyalistler ve Türkiye egemenleridir. Batılı emperyalist güçler önce Suriye’yi yangın yerine çevirdiler sonra da yangından kaçan milyonları ülkelerine almamak için utanç anlaşmalarına imza atmaktan göçmen botlarını batırmaya, göçmenleri hapse atmaktan geri itmeye kadar insanlık dışı her yöntemi kullandılar, kullanıyorlar. Diğer taraftan Suriye’de Emevi Camiinde namaz kılmaktan söz eden, savaşı kışkırtıp besleyen ve milyonlarca Suriyelinin Türkiye’ye yığılmasına neden olan bugünkü rejimdir. Ancak göçmen karşıtlığını besleyen burjuva muhalefet, rejimin Suriye’de başlatıp sürdürdüğü savaşa açık ve net bir şekilde karşı çıkmamış, Kürtlerin yaşadığı bölgelerin işgal edilmesine dönük operasyonları ise desteklemiştir. Türkiye’de rejim Suriye savaşına müdahil olurken, sınır ötesi operasyonlar yaparken alkışlayanlar bugün “Suriyeliler gitsin” diyor. Bu gerçeği görmezden gelerek “beni ilgilendirmez, gitsinler ülkelerine” demek açıkçası aymazlıktır. Çok açık ki emekçiler, göçmenlerden önce bu sorunu yaratan bugünkü rejime ve Türkiye egemenlerinin izlediği ırkçı ve yayılmacı emperyal politikaya karşı çıkmalıdırlar.
Rejimin göçmen politikası
Türkiye’de bugün 6 milyonun üzerinde göçmen bulunuyor. Göç İdaresi Başkanlığının verilerine göre bunların 3,7 milyonunu Suriyeli mülteciler oluşturuyor. Suriye savaşının başlamasından bu yana 10 yıldan fazla zaman geçti. Bu 10 yıl içinde siyasi iktidar mültecilere yönelik nasıl bir politika izledi? Suriyeli mülteciler yasal olarak “mülteci” değil “geçici koruma” statüsündedir. Bu sayede rejim mülteci barındırmanın sorumluluklarını yerine getirmekten kaçınmaktadır. “Türkiye’ye gelen Suriyeliler kaderlerine terk edilirken, mülteci akınının yükü de tamamen emekçilerin omuzlarına yıkılmıştır! İktidar, bu büyük göç dalgasının kaos yaratmasını engellemek için gerekli önlemleri almayı, insani bir göç politikası uygulamayı, Suriyelilerin topluma entegrasyonunu sağlamak için çaba göstermeyi hiçbir zaman gündeme getirmedi. Suriyelilerin nerede barınacağı, nasıl iş bulacağı, çocuklarının nasıl eğitileceği, dil ve kültür farklılıkların yaratacağı sorunların nasıl giderileceği, yaşamlarının altüst olmasının getirdiği travmaların etkisinin nasıl azaltılacağı, nefret ve ayrımcılıktan nasıl korunacağı, temel hak ve özgürlüklerinin nasıl güvence altına alınacağı üzerinde hiç durulmadı. Mülteciler, hiçbir adaptasyon ve entegrasyon süreci yaşamadan, kültürel uyumsuzluğun üstesinden gelinmesini sağlayacak zamana ve eğitime sahip olmadan Türkiye’nin dört bir yanındaki kentlere dağıtıldılar. Olanaksızlıklar içinde hayatlarını devam ettirmek, en zaruri ihtiyaçlarını karşılamak sorunuyla yüz yüze kaldılar.”[2]
Öte yandan siyasi iktidar, ikiyüzlü Avrupalı emperyalistlerle anlaşarak Türkiye’yi göçmenler için açık bir cezaevine dönüştürmüştür. Hatırlayalım, 2016 yılında Türkiye ile AB ülkeleri arasında bir göçmen mutabakatı imzalanmıştı. Bu anlaşmaya göre Yunanistan’a geçen “düzensiz göçmenler” Türkiye’ye iade edilecek, Türkiye AB’ye yönelen göç güzergâhlarını engellemek için her türlü tedbiri alacak ve bunun için AB’nin yanı sıra komşu devletlerle de işbirliği yapacaktı. İktidarın böyle bir anlaşmayı imzalamasında en büyük motivasyon kaynaklarından biri gelecek olan 6 milyar avroluk ödenekti. Ama daha da önemlisi bir takım siyasi hesaplarla yapılmıştı bu anlaşma. Birincisi Türkiye’nin AB karşısındaki jeopolitik rolünün ve öneminin artmasıydı. İkincisi AB’ye karşı kullanabileceği bir koz olarak göçmen kartını elinde tutmaktı. Gerçekten de rejim göçmenleri bir şantaj unsuru olarak kullanmakta, içerideki baskı ve zorbalığına AB’nin sessiz kalmasını sağlamaktadır. Anlaşılacağı üzere, göçmen konusu rejimin elinde uluslararası siyasette kullandığı etkili bir araçtır ve bugünkü rehin politikası bilinçli olarak tercih edilmiştir. Öyle ki Erdoğan, kendi iktidarının son bulması durumunda göçmenlere eskisi gibi gardiyanlık yapılmayacağını söyleyerek AB’nin kendisini desteklemesini bile istemektedir.
İçeride büyük toplumsal sorunlar yaratma pahasına milyonlarca mülteciyi hiçbir entegrasyona tâbi tutmadan, hiçbir plan olmadan “kendi haline bırakmak”, ama aynı zamanda başka ülkelere geçişlerine izin vermemek üzerine oluşturulmuş bir göçmen politikasının adı çok açık ki “rehin politikası”dır. Böyle bir göçmen politikasının sonucu kaçınılmaz olarak mültecilerin gettolaşması, kültürel uyum sorununun çözülememesi, ırkçılığın artmasıdır. Keza göçmenlerin yoğunlaştığı yerlerde kiraların artmaması, ekonomik krizlerle sarsılan bir ülkede alabildiğine ucuza ve kayıt dışı çalıştırılmalarına izin verilen yüz binlerce göçmenin sermaye tarafından kullanılmaması, işsizliğin tırmanmaması ve ücretlerin baskılanmaması düşünülemez. Emekçiler tüm bu gerçekleri görerek rejimin rehin politikasına, göçmenlerin şantaj aracı olarak kullanılmasına ve elbette Avrupalı emperyalistlerin ikiyüzlü politikalarına karşı çıkmalıdır.
Suriyeli mültecilerin ya da diğer ülkelerden gelen kaçak göçmenlerin çok büyük bir kısmı bu ülkelerin kırsal bölgelerinden Türkiye’nin büyük şehirlerine geliyorlar. Suriyelilerin yüzde 80’i İstanbul, Gaziantep, Hatay ve Şanlıurfa’nın dâhil olduğu 10 ilde yaşıyor. İstanbul Valiliğinin açıklamasına göre İstanbul’da yasal olarak bulunan 1,3 milyon yabancı uyrukludan 763 bini (bunların da 542 bini Suriyelidir) göçmenlerdir. Elbette bunlar kayıtlı göçmenleri veren resmi rakamlardır. Afrika, Asya ve Ortadoğu ülkelerinden gelen kaçak göçmenlerle birlikte İstanbul’daki gerçek göçmen sayısının 2 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bunun daha en başından bir kültürel uyum sorunu yaratacağı ortadadır.
Göçmenlerin kültürel uyumsuzluğunun doğurduğu sorunlar, özellikle İstanbul’da kent yaşamında daha fazla göze çarpmakta ve bu durum göçmenlere dönük tepkiyi meşrulaştırmak için kullanılmaktadır. Son günlerde sosyal medyada yayınlanan taciz ve benzeri görüntüler bu kapsamda servis edilmektedir. Göçmen karşıtı dalgayı beslemek isteyenler, toplumda tepki yaratacağını bildikleri bu tür görüntüleri özellikle öne çıkarıyor, kitleleri manipüle etmeye çalışıyorlar. Öyle ki, rejimin kadın düşmanı politikaları, kadına yönelik şiddetin, tacizin, kadın cinayetlerinin neredeyse cezasız kaldığı bir ülkede yaşadığımız dahi unutuluyor. Bu politikalar nasıl ki bu ülkenin vatandaşı bir tacizciyi ya da katili cesaretlendiriyorsa şüphesiz Suriyeli, Afgan vb. bir tacizciyi ya da katili de cesaretlendirecektir. Ama asıl vurgulanması gereken nokta, bu tür görüntülerin devasa göçmen sorununun oldukça küçük bir kısmını oluşturduğu, özel olarak şişirilip öne çıkarıldığı gerçeğidir.
Bir diğer önemli tartışma konusu rejimin göçmenleri iç siyasetinin bir unsuru olarak da kullanmak istemesidir. Göçmenlerin Türkiye’deki Kürt kentlerine veya Suriye sınırı boyunca Kürt halkının birleşmesinin önüne geçecek şekilde yerleştirilmesi veya vatandaşlık verilerek rejim lehine oy kullanmalarının sağlanması planları göz ardı edilemez. Ancak bu nedenle, yıllardır bu ülkede en kötü koşullarda çalışmaya mahkûm edildiği halde her türlü haktan yoksun bırakılan göçmen işçilerin haklarının gasp edilmesi savunulamaz. Biz göçmenlerin haklarını almasına değil ama rejimin amaçlarına ve göçmenleri kendi emelleri doğrultusunda kullanmasına karşı çıkarız.
Ucuz işgücü kaynağı olarak göçmenler
Türkiyeli emekçilerin ama en çok da göçmenlerin canını yakan bir diğer önemli husus, rejim ve sermaye sınıfının göçmenleri son derece ucuz bir işgücü kaynağı olarak görmesidir. Özellikle sabit sermaye yatırımı zayıf, emek yoğun üretim yapan yandaş sermaye kesimleri için göçmenler vazgeçilmezdir. Çalışma Bakanlığının 2020 yılında yayımladığı istatistiklere göre Türkiye’de süreli çalışma izni verilen Suriyeli sayısı yalnızca 62 bin 369’dur. Geri kalan 1 milyondan fazla Suriyeli kayıt dışı çalıştırılmaktadır. Yasalara göre yabancı uyruklu bir insanın kendisi için çalışma izni alma hakkı bulunmuyor. Bu izni onu çalıştırmak isteyen işverenin alması gerekiyor. Kaçak göçmen işçi çalıştırma konusunda sermaye ve rejim açıkça işbirliği yapmaktadır. Süleyman Soylu geçtiğimiz günlerde katıldığı bir televizyon programında aynen şöyle demişti: “Fabrikanda Suriyeliyi çalıştır, sömür, sigortasını yaptırma. Sonra ayak ayak üstüne at, ne olacak bu Suriyelilerin hali de. Bir milyon insan gidecek. Kim isyan edecek biliyor musun? O iş sahipleri.” Keza MÜSİAD başkanının şu sözleri sermayenin zihniyetini gözler önüne seriyor: “Maalesef Türkiye’de iş beğenmeme gibi bir durum var. Emek yoğun işlerde çalışmak istenmiyor. İnsanlar ağır işlerde, emek yoğun işlerde çalışmak istemiyor. Çalışsa da verimli olmuyor. Yabancı uyruklu işçiler bu işlerde daha fazla çalışıyor.”
Çok açık ki rejim ve sermaye sınıfı ağır çalışma koşullarını dayatabileceği, sesini çıkarmayan işçiler ve ucuz işgücü istiyor. Ağır koşullarda ve düşük ücretlerle çalışmak istemeyen emekçileri “iş beğenmemekle” suçlayarak veya “toplumda kimsenin yapmadığı işleri yapıyorlar” diyerek ucuz işgücü sömürüsünü meşrulaştırmaya çalışıyor. Oysa gerçekte “toplumda kimsenin yapmadığı işler” yoktur; kölece çalışma koşulları, aşağılayıcı, yıpratıcı, düşük ücretli işler vardır. İnsanın aşağılanmasını getiren koşulların değişmez bir veri olarak sunulması burjuva propagandanın bir parçasıdır. Emekçilerin bu gerçeği görmeyerek öfkelerini göçmenlere yöneltmeleri ancak sermaye sınıfına yarar. Göçmenlerin kayıt dışı ve çok düşük ücretlerle çalıştırılması, yaşamak için çalışmak zorunda olan göçmenlerin değil onların bu durumunu kullanan sermaye sınıfının ve buna çanak tutan rejimin suçudur. Göçmenlerin işçilere karşı bir silah olarak kullanılmasını önlemek için göçmen işçilerin kayıt dışı çalıştırılmasına son verilmesi talep edilmeli, işyerlerinde sendikal örgütlenme göçmen işçileri de kapsayacak şekilde yapılmalıdır. Hangi sektör ve iş olursa olsun çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve ücretlerin yükseltilmesi işçi sınıfının en temel talebi olmalıdır.
Ümit Özdağ’ın mülteci çıkışı ne anlama geliyor?
Türkiye’de büyük bir ekonomik kriz yaşanıyor. Gerçek enflasyon yüzde 170’in üzerinde. Ev kiraları asgari ücretin üzerine çıkmış durumda. Asgari ücret daha Şubat ayında açlık sınırının altında kaldı. İşsizlik 8-10 milyon bandında. Emekçiler hayat pahalılığının altında ezilirken siyasi iktidar sermaye sınıfı için doğayı talan etmeye, kamu kaynaklarını sermayeye peşkeş çekmeye devam ediyor. Toplumda rejime karşı giderek büyüyen bir hoşnutsuzluk ve öfke görülürken Zafer Partisi genel başkanı Ümit Özdağ, ülkede yaşanan tüm olumsuzlukların günah keçisi olarak göçmenleri/mültecileri hedef gösteriyor. Özellikle son haftalarda yaptığı çıkışlarla gündeme gelen Ümit Özdağ’ın partisi de mültecilerden rahatsız kesimler arasında popülaritesini arttırmış durumda. Ergenekoncu Ümit Özdağ ile Soylu’nun lümpence ağız dalaşı ve birbirlerine mafyatik racon kesmelerinin, Bahçeli’nin Özdağ’ı hedefe koymasının arkasında ise devlet içindeki klikler savaşı olma ihtimali yüksektir. Besbelli ki rejim ve devlet içindeki kliklerin mücadelesi kızışırken, göç sorunu da bu mücadelenin bir konusu haline gelmektedir. Şurası çok açık ki göçmenler konusunda ırkçı, milliyetçi söylemler muhalefetin değil, gelişmeleri olağanüstü temelde yönlendirip kullanabilecek olan rejimin elini güçlendirmektedir.
Geçtiğimiz günlerde Zafer Partisinin sosyal medya hesabından yapılan ancak daha sonra silinen bir paylaşımda “Türk halkının çok dilli, çok kültürlü yapılmak istendiği” söyleniyordu. Bu iddia göçmenlerle birlikte gündelik hayatta ve özellikle ticarette birçok dilin kullanılmasına dayandırılıyordu. Paylaşımın daha sonra silinmesi Zafer Partisinin ırkçılığını ortadan kaldırmıyor. Bu ırkçı faşist anlayışa göre çok dilli, çok kültürlü olmanın sonucu devletin bölünmesidir! Oysa çok dilli ve çok kültürlü olmak bir zenginliktir. Bugün dünyada çok dilli, çok kültürlü olan pek çok ülke bulunmaktadır. Hiç resmi dili olmayan ülkeler olduğu gibi birden fazla resmi dili olan sayısız ülke vardır. Osmanlı, zaten çok dilli ve çok kültürlü bir yapıya sahipti. Ancak İttihatçılar ve Cumhuriyeti kuranlar, sayısız halkın, dilin ve kültürün olduğu topraklara Türk-İslam kimliğini dayatmışlardır. Bu egemen zihniyetin inkâr ve imha politikaları Ermeni sorunundan Kürt sorununa bugüne uzanan birçok sorunun temel kaynağıdır. Aynı egemenler, gündelik hayatta çok dilli ve çok kültürlü görünümün hâkim olmasının bugün kitlelerin zihninde Kürtlerin haklarının tanınmasında meşrulaştırıcı bir rol oynayabileceğinden de korkmaktadırlar. İşte Özdağ gibileri bu ihtimali göz önüne alarak, aslında göçmen düşmanlığı üzerinden Kürt düşmanlığı yapıyorlar. Nitekim Özdağ’ın fonladığı Sessiz İstila filmi de akıllara zarar bir kurguyla, göçmen düşmanlığı üzerinden devletin bölünmesi korkusunu pompalıyor. Filmde toplumun bugünkü “göçmen istilasına” sessiz kalmanın bedelini ilerleyen yıllarda çok ağır ödeyeceği mesajı veriliyor. Güya 2043 yılına gelindiğinde Suriyeliler İstanbul’u ele geçirmişlerdir. Eyalet olarak yönetilen İstanbul’un yeni başkanı bir Suriyelidir ve Türkçe konuşmak yasaklanmıştır!
Batı’da uzun zamandır yükselen ırkçı dalganın en işlevli argümanı olan göçmen düşmanlığı üzerinden oy devşiren faşist partilerin yaptığının bir benzerini Türkiye’de Zafer Partisi yapmaktadır. Sorunlardan bıkmış, kolay çözümler arayan örgütsüz kitleler Macaristan’da, Fransa’da, Almanya’da ve daha pek çok ülkede bu tür sağ partilere kanarak oy veriyorlar. Ama her seferinde de hayal kırıklığına uğruyorlar. Göçmen/yabancı düşmanlığı üzerinden milliyetçiliğin yükseltilmesi, faşist partilerin oylarını arttırması ya da iktidara gelmesi emekçilerin değil sermaye sınıfının işine yarıyor. Tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da da emekçilerin yaşam koşulları kötüleşiyor, sorunları büyüyor.
Tekrar pahasına bazı konuların altını çizelim. Göç sorunu kapitalist sistemin yarattığı küresel bir sorundur. Öte yandan Türkiye’de göç sorununu daha büyük bir kriz haline getiren siyasi iktidar ve sermaye sınıfıdır. Hayat pahalılığının, enflasyonun, ağır çalışma koşullarının, düşük ücretlerin, işsizliğin sorumlusu mülteciler değil siyasi iktidardır. Bu gerçeğin üzerini örten tüm argümanlar kötü niyetlidir, hedef saptırmakta ve emekçileri aldatmaktadır. “Yeni bir hayat için uzak ülkelerin yoluna düşen yüz milyonlarca insanın hayatını travmatik biçimde değiştiren; sadece onların değil, geride bırakılan yurtların ve insanların ve gidilen diyarlardaki insanların hayatlarını derinden etkileyen göç sorununun nihai çözümü elbette salt kapıların açılması değildir. Bugün gelinen nokta itibariyle kapitalizm altında bu sorunun gerçek bir çözümü olamaz. Gerçek çözüm insanların büyük acıları, zilletleri göze alarak göç yollarına düşmelerine yol açan sefaletin, eşitsizliğin, savaşların, türlü zulümlerin ve dolayısıyla bunların altında yatan emperyalist-kapitalist düzenin ortadan kaldırılmasıdır.”[3]
[1] Demet Yalçın, Kapitalizmin Tarihsel Kriz Sahnesinde Büyüyen Göç Dalgası, marksist.com
[2] Ezgi Şanlı, Suriyeli Mülteciler Sorunu, marksist.com
[3] Levent Toprak, Göç, Mülteciler ve Kapitalizm, marksist.com
link: Demet Yalçın, Göçmen Sorunu: Gerçekler, Açmazlar, Hedef Saptırmalar , 19 Mayıs 2022, https://marksist.net/node/7645
Kıyamet
Rejimin Dayattığı İtaatkârlığı Kabul Etmiyoruz