Üçüncü Dünya Savaşı kızışıyor, Ukrayna’daki savaş yeni bir boyuta yükselirken Asya-Pasifik’te de gerilim artıyor. Haziran ayında gerçekleştirilen NATO zirvesine ilk kez Asya-Pasifik bölgesinden Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın davet edilmesi, Ağustos ayında ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin Tayvan’ı ziyareti bölgede suların ısındığının işaretleridir. Keza ABD, Hindistan, Japonya ve Avustralya’nın oluşturduğu Dörtlü Güvenlik Diyaloğunun (QUAD) özellikle son bir yıldır aktif hale gelmesi, ABD’nin Japonya ve diğer bölge ülkeleriyle gerçekleştirdiği ortak tatbikatların sayısının artması da öyle… Diğer taraftan Çin de silahlanmasını arttırarak, tahıl ve enerji stoku yaparak bölgede açılacak yeni cephelere hazırlık yapıyor. ABD’nin Çin karşısında Asya-Pasifik’teki en güçlü müttefiki olan Japonya da silahlanmaya hız verirken ülkede militarizmi tırmandırıyor.
Temmuz ayında Japonya eski başbakanı Şinzo Abe, Liberal Demokrat Partinin (LDP) seçim kampanyasını yürütürken uğradığı silahlı saldırı sonucu öldü. Abe için 27 Eylülde devlet töreni düzenlendi. Böylece Abe, İkinci Dünya Savaşından bu yana resmi cenaze töreni düzenlenen ikinci eski başbakan olarak kayıtlara geçti.[1] Abe’nin halefi Başbakan Fumio Kişida, törene katılmak üzere gelen ABD, Avustralya, Hindistan, Güney Kore ve daha pek çok ülkenin temsilcileriyle ikili görüşmeler gerçekleştirdi. Japon hükümet yetkililerinin “taziye diplomasisi” olarak adlandırdığı bu görüşmeleri esasında “savaş diplomasisi” olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Kişida’nın ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris’le gerçekleştirdiği görüşmenin ardından Harris şu açıklamayı yaptı: “ABD ve Japonya arasındaki ittifak, Hint-Pasifik bölgesinde refah, istikrar ve barışı birleştirdiğine inandığımız şeyin köşe taşıdır.” Harris’in “refah, istikrar ve barış” derken kastettiği şey hiç şüphesiz ne pahasına olursa olsun Çin’in yükselişinin önüne geçmektir. Keza Hindistan ve Avustralya başbakanlarıyla yapılan ikili görüşmelerde “Serbest ve Açık Hint-Pasifik” vizyonunun hayata geçirilmesi konusunda mutabakata varıldığının açıklanmasını da bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor.
Japon anayasasına göre sadece imparatorlar için düzenlenen resmi cenaze töreninin eski bir başbakan için düzenlenmesi hiç kuşku yok ki Japon egemenlerinin militarist politikalarıyla doğrudan ilgilidir. Japon militarizminin ve savaş politikalarının ateşli savunucusu, işçi düşmanı neoliberal saldırı politikalarının uygulayıcısı olan Abe, görevde olduğu 2012-2020 yılları arasında Japon emekçilerin ve sendikaların tepkisini çeken pek çok düzenlemeye imza atmıştı. İsmine atfen “Abenomi” olarak adlandırılan ekonomi politikalarıyla kamu kaynakları sermayeye aktarılırken reel ücretler düşmüş, kayıt dışı istihdam ve taşeron çalışma yaygınlaşmış, iş saatleri uzatılarak çalışma koşulları ağırlaştırılmıştı. 2011’deki Fukuşima nükleer santral felâketinin ardından devre dışı bırakılan nükleer santrallerin yeniden devreye sokulması planları da Abe döneminde hayata geçirilmişti. Böyle bir siyasi figür için devlet töreni düzenlenmesi ve bu törenin fahiş düzeydeki maliyetinin (12 milyon dolar) devlet bütçesinden karşılanması tepkiyle karşılandı. Hem tören öncesi hem de tören günü binlerce insanın katılımıyla protestolar düzenlendi.
Her ne kadar Abe’nin ölümünün arkasındaki gerçekleri bilmemiz mümkün olmasa da böyle bir suikastın son tahlilde Japon militarizminin yükselişine ivme kazandırdığı ortadadır. Nitekim suikasttan iki gün sonra yapılan Danışman Meclisi seçimlerinde Abe’nin partisi LDP ezici bir zafer kazanarak parlamentoda (Diet) koalisyon ortağı Komeito ile birlikte üçte iki çoğunluğu elde etmiş oldu. Bu sonuç, devletin savaş açmasını yasaklayan Japon anayasasının 9. maddesini değiştirme konusunda referanduma gidebilmek için gerekli çoğunluğu sağladığı anlamına geliyor.[2] LDP uzun zamandır 9. madde nedeniyle anayasanın değiştirilmesi için uğraşıyordu ancak parlamentoda gerekli çoğunluğa sahip olmadığı için bunu yapamıyordu. Şimdi bu yasal engelin aşılmasıyla önü açılan anayasa değişikliğinin yapılması, Japonya’da militarizmin sıçramalı bir şekilde yükselmesine ve ABD’yle birlikte Çin’i sıkıştırmak üzere atılacak yeni askeri adımların Asya Pasifik’te gerilimi körüklemesine yol açacaktır.
Japon burjuvazisi İkinci Dünya Savaşının travmalarını derinden hisseden Japon toplumunu militarizme ikna etmek için uzun zamandır propaganda faaliyetleri yürütüyor ve büyük oranda başarılı da oluyor. Asya-Pasifik’te tırmanan gerilim ve Ukrayna savaşı da kitlelerin militarist politikalara desteğini arttırmış durumda. Geçtiğimiz Nisan ayında yapılan bir ankette Japonya’nın “savunma kapasitesinin” güçlendirilmesi konusunda verilen desteğin %27’den %64’e yükselmesi buna örnektir. Diğer taraftan “Japonya’nın düşman üslerine saldırmaya yetecek seviyedeki bir kapasite artışına” verilen destek %50 oranındadır. Abe’nin öldürülmesi, “güvenlik tehdidi” algısını güçlendirerek toplumu anayasa değişikliğine ikna etmek için oldukça kullanışlı bir enstrümana dönüşmüştür ve bu enstrüman egemenler tarafından tepe tepe kullanılmaktadır.
Japon egemenleri Çin’in yükselişi karşısında ABD ile işbirliği yaparak bölgedeki gerilimi daha da büyütecek adımlar atıyorlar. ABD tam bir ikiyüzlülükle bir zamanlar silahsızlandırdığı Japonya’yı şimdi çıkarları doğrultusunda yeniden silahlandırmak istiyor. ABD ve Japonya emperyalizminin bugünkü tutumunu anlamak için İkinci Dünya Savaşından bugüne nasıl gelindiğine bakmak gerekiyor. Bu süreç incelendiğinde görülecektir ki “soğuk savaş” döneminin başlaması, SSCB’nin çökmesi, ABD’nin başlattığı hegemonya mücadelesi ve Üçüncü Dünya Savaşı Japonya’da militarizmin önünün açıldığı dönemeç noktaları olarak öne çıkmaktadır.
İkinci Dünya Savaşının ardından Japonya
ABD, İkinci Dünya Savaşından yenik çıkan Japonya’ya iki atom bombası atarak tamamen boyun eğdirmişti. ABD tarafından işgal edilen Japonya, ekonomik ve siyasi bakımdan köklü bir değişime uğrayacaktı. Japonya’yı tamamen silahsızlandırmak isteyen ABD, 1947 yılında yaptırdığı anayasaya yukarıda sözünü ettiğimiz 9. maddeyi koydurarak sadece polis gücü bulundurmasına izin verdi. Güya ülkeyi demokratikleştirmek adına yeni anayasayla parlamenter sisteme geçilmiş, imparatorluk makamı sembolik hale getirilmiş, Şintoizmin devlet dini olmaktan çıkarılmasından eğitim sistemine kadar pek çok alanda “reformlar” gerçekleştirilmişti. Savunma harcamalarına gayri safi yurt içi hâsılasının %1’ini ayırma sınırı getirilen Japonya’nın “güvenliğini sağlama” görevini ABD üstlenmişti. Böylece Japonya topraklarında zamanla sayısı 80’i aşan askeri üs kurulacak, on binlerce ABD askeri burada konuşlanacaktı.
Ne var ki ilerleyen süreçte yaşanan gelişmeler ABD’nin Japonya’ya yönelik tutumunda değişikliğe gitmesine neden olacaktı. Zira SSCB’nin Doğu Avrupa’yı hegemonyası altına alması, Çin devrimi ve Kore savaşı gibi gelişmelerle yepyeni bir durum ortaya çıkmıştı. Artık ABD’nin karşısında SSCB’nin başını çektiği rakip bir blok vardı. İki kutuplu dünya konjonktüründe, Japonya artık bastırılması gereken bir tehlike değil ABD’nin Asya-Pasifik’teki kalesi ve müttefiki olmak zorundaydı. Önce “Ulusal Polis Rezervi” adı altında 75 bin kişilik bir silahlı güç oluşturulmasına izin verildi. 1951’de imzalanan San Francisco Barış Antlaşmasıyla Japonya’ya hukuki bağımsızlığı verilirken, aynı gün imzalanan karşılıklı güvenlik anlaşmasıyla ABD’nin ülkedeki askeri varlığı garanti altına alındı.[3] “Japonya’daki askeri üsler ABD’nin Pasifik’teki emperyalist çıkarları ve hedefleri için de büyük bir önem taşıyordu. 50’li ve 60’lı yıllar boyunca ABD, kimyasal silahlarını ve nükleer savaş başlıklarını depoladığı Okinawa’ya, aynı zamanda Asya’nın en büyük nükleer üssünü de inşa etmişti. Adadaki üsler Kore savaşı (1950-53) esnasında kullanılırken, Vietnam savaşı sırasında çok daha kilit bir rol oynayacaklardı.”[4] 1952 yılında “Ulusal Polis Rezervi”nin kapsamı genişletilerek “Ulusal Güvenlik Güçleri” adını aldı. 1954 yılında ise iki ülke arasında karşılıklı savunma anlaşması imzalanarak Japonya’nın meşru müdafaa hakkı tanındı. Böylelikle “Ulusal Savunma Güçleri” Öz Savunma Güçleri’ne dönüştürülerek anayasanın 9. maddesi daha açık şekilde esnetilmiş oluyordu.
Tam da burada ABD emperyalizminin bir başka ikiyüzlülüğüne değinmekte yarar var. Şinzo Abe’nin dedesi Nobuşuke Kişi bir savaş suçlusuydu. Japonya’nın işgal ettiği Mançurya’da 1935-1939 yılları arasında Sanayi ve Kalkınma Bakanı olarak görev yapan Kişi, Çinli köylülerin köle olarak bölgeye getirilerek çalıştırılması kararına imza atmıştı. Bu karara dayanarak 1938-1945 yılları arasında bir milyon Çinli, en ağır ve acımasız koşullarda çalıştırıldı. On binlercesi bu ağır koşullara dayanamayarak hayatını kaybetti. Savaş sırasında da Ticaret Bakanlığı, Mühimmat Bakan Yardımcılığı görevlerini üstlenen Kişi, pek çok savaş suçunun sorumlusu olan isimlerden biriydi. Kişi savaşın bitmesinin ardından savaş suçlusu olarak hapse atıldı ve Tokyo Savaş Suçları Mahkemesinde yargılandı. Emperyalist ikiyüzlülüğün bütün örneklerinin sergilendiği bu düzmece yargılama sürecinde üç yıl tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı ve hiçbir suçtan ceza almadı. Kişi, ABD’nin ülke siyasetini şekillendirme planları doğrultusunda serbest bırakılmış ve 1952’de siyaset yasağının kaldırılmasıyla siyaset sahnesine sürülmüştü. Zira ABD askerinin ülkedeki varlığına karşı yükselen anti-militarist hareketin önünü almak, Japon Komünist Partisinin ve Sosyalist Partinin etkisini kırmak, SSCB’nin “komünizm tehlikesini” savuşturmak amacıyla sağ muhafazakâr eğilim güçlendirilmeliydi ve Kişi bu iş için biçilmiş kaftandı. Bizzat ABD’nin desteğiyle muhafazakâr sağ kanadı birleştirmek için çalışan Kişi, 1955’te Liberal Demokrat Parti LDP’yi kurdu ve önce Dışişleri Bakanlığı, ardından Başbakanlık görevini yürüttü. Kurulduğu tarihten bugüne kadar iki dönem dışında tek başına veya koalisyon hükümetinin büyük ortağı olarak kesintisiz iktidarda kalan LDP, ABD emperyalizmiyle uyumlu bir siyaset yürütecek ve ortak çıkarlar doğrultusunda militarist yasaları hayata geçirecekti.
SSCB’nin dağılmasının ardından Japonya’nın konumu
Japonya, güçler arası dengenin korunduğu “Soğuk Savaş” yılları boyunca ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında silahlanmaya sınırlı bütçe ayırarak kaynaklarını sanayisini geliştirmek için kullandı ve ekonomik büyümeye ağırlık verdi. Böylece “Japon Mucizesi” olarak bilinen çok hızlı bir ekonomik büyüme dönemi yaşadı ve dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline geldi. Bu büyüme döneminden oldukça memnun olan Japon sermayesi “pasifist” anayasadan ve “barışçıl” dış politikadan rahatsız değildi. 1980’lerde Japonya’nın “savunma bütçesini” arttırması ve 9. maddeden vazgeçilmesi gerektiğine yönelik bazı sesler yükselse de Japon burjuvazisinin genel eğilimi bu yönde olmadığı için askeri politikalarda büyük bir değişim söz konusu olmadı. Ancak Japonya deniz kuvvetlerinin 1980 yılında ilk kez çokuluslu bir deniz tatbikatına katıldığını, yine ilk kez 1986 yılında Japonya ve ABD’nin bütünleştirilmiş bölge tatbikatları yaptığını not edelim.[5] SSCB’nin dağılmasının ardından ortaya çıkan “yeni dünya düzeni”, Japon burjuvazisinin dış politikasını da belirleyecek ve “barışçıl” dış politika söyleminin yerini zamanla “proaktif” dış politika söylemi alacaktı.
SSCB’nin dağılmasıyla emperyalist güçlerin ABD’nin arkasında hizalanmasını sağlayan tehlike ortadan kalkmış, eski güç dengelerine göre biçimlenmiş nüfuz alanlarının yeniden paylaşımı savaşları başlamıştı. Dünyanın hegemon gücü olan ABD, 1992’de hazırladığı “Savunma Planlama Rehberi”nde en önemli hedefinin kendisine rakip olabilecek bir süper gücün doğuşunu engellemek olduğunu belirtiyordu. Olası rakiplere karşı ön almak isteyen ABD’nin başlattığı hegemonya mücadelesi, Japonya’nın dış politikasını belirleyen önemli etmenlerden biri olacaktı. Her ne kadar Japonya dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olarak ABD’ye rakip olabilecek bir emperyalist güç olsa da iki ülke arasında uzun yıllara dayanan müttefiklik ve Japonya’nın ABD’ye askeri bağımlılığı ile Rusya, Kuzey Kore ve Çin’i kendisi için tehdit olarak görmesi onu ABD’yle birlikte hareket etmeye zorluyordu. Kuşkusuz ABD için de Japonya Asya-Pasifik’te önemli bir müttefik olma vasfını sürdürüyordu. Bu nedenle ABD, başlattığı hegemonya mücadelesinde Japonya’yı hem ekseninde tutmak hem de daha etkin bir silahlı güç haline dönüştürmek istiyordu. Bu kapsamda 90’lar boyunca ABD ile Japonya arasındaki askeri işbirliğini arttırmaya yönelik ikili görüşmelere ağırlık verildi, ortak deklarasyonlar imzalandı. Keza (anayasaya aykırı olduğu halde) 1992 yılında Japonya Öz Savunma Kuvvetlerinin Birleşmiş Milletler (BM) Barış Gücü Operasyonlarına katılmasına izin veren bir yasa çıkarıldı. Bu yasayla Japonya; Angola, Kamboçya, Mozambik, El Salvador, Golan Tepeleri, Doğu Timor, Afganistan ve Irak’taki BM operasyonlarına katıldı.
11 Eylül 2001’de ABD’nin İkiz Kulelerine yönelik saldırı hem ABD-Japonya ilişkilerinde hem de Japon militarizminin yükselişinde önemli bir dönüm noktası oldu. Bu saldırı bahanesiyle Afganistan’ı işgal eden ve “sonsuz savaş” ilan ederek Üçüncü Dünya Savaşını başlatan ABD’ye destek veren Japonya, “Anti-Terörizm Özel Önlemler Yasası”nı çıkararak ilk kez deniz aşırı bir operasyona askeri gücüyle katıldı. Hükümet bu yasaya dayanarak deniz kuvvetlerine ait 6 gemi ve 8 uçağı, 1500 personel ile birlikte ABD ve koalisyon güçlerine lojistik, tıbbi yardım ve bakım, onarım desteği, yakıt sağlama ve arama-kurtarma faaliyetlerinde bulunmak üzere Hint Okyanusu’na gönderdi.[6] Japonya, 2003’te ABD’nin Irak’ı işgaline de destek vererek Irak’a asker gönderme kararı aldı. Bu karar, Japonya’nın BM operasyonları dışındaki operasyonlara katılması bakımından bir ilkti. Aynı yıl ABD ve Japonya, olası füze saldırılarını Japon topraklarına düşmeden havada imha etmeye yönelik balistik füze savunma sistemi konusunda da anlaşmaya vardılar. Afganistan ve ardından Irak savaşıyla birlikte giderek kızışan hegemonya mücadelesi tüm dünyada silahlanma yarışını hızlandırmıştı. Japonya da bu yarışa katılarak silahlanmaya ayırdığı bütçeyi kademeli olarak arttırma yoluna gidecekti. 2006’da Kuzey Kore’nin “ilk nükleer silah denemesini başarıyla test ettiğini” açıklamasının ardından ise Japon toplumunda bir tabu olan nükleer silahlara sahip olma konusu tartışılmaya başlanacaktı. 2007 yılında Japonya Savunma Kurumunun, Japonya Savunma Bakanlığına dönüştürülmesi de militaristleşme yolunda atılan önemli adımlardan biriydi. Buna paralel olarak anayasanın 9. maddesinin değiştirilmesi ve düzenli ordu kurulmasına yönelik çabalar da açıktan yürütülmeye başlanmıştı. Örneğin o dönemde başbakan olan Abe “Şimdiki anayasa yürürlüğe gireli 60 yıl oldu. Kanımca, yeni bir çağ için daha uygun bir anayasa oluşturma iradesini açıkça dile getirmek zorundayız” diyordu.
ABD hegemonya mücadelesini başlattığında Çin henüz rakip bir güç olarak sivrilmemişti. 2005 yılında Elif Çağlı Küreselleşme broşüründe Çin’e dair şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Kapitalizmin tarihinin kanıtladığı üzere, sarsıntılı dönemler eski ekonomik paktları çözer veya bileşenlerini değişikliğe uğratırken yeni birlikler ve yapılanmalar yaratabilir. Dün önde görülen bazı ülkeler gerilerken, kimileri öne fırlayabilir. Nitekim bundan on yıl önce kapitalist sistemin büyük hegemonya oyununda adı geçmeyen Rusya ve Çin’in günümüzde kaydettiği yükseliş aşikârdır. 2004 yılı GSYH’si 1,7 trilyon dolar olan Çin’in dünyanın en büyük 21 ekonomisi listesinde yedinci sırada yer aldığı, satın alma gücü paritesine göre ise dördüncü sıraya tırmandığı belirtilmektedir. Egemen devlet bürokrasisinin tepeden kontrolünün sağladığı baskıcı bir siyasal istikrar altında Çin kapitalizmi gerçekten de pek çok alanda dev adımlarla ileriye koşmaktadır. Bu yükselen konumuyla dünya dengelerini derinden etkileyecek olan Çin, bugün önde görünen ABD-AB rekabetini ikinci plana itip ABD karşısına dikilecek başlıca emperyalist güç olmaya adaydır.”[7]
Gerçekten de çok hızlı bir ilerleme kaydeden Çin, 2010 yılında dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olmuş, başta donanma gücü olmak üzere askeri gücü de azımsanmayacak oranda büyümüştü. Asya-Pasifik bölgesinde ABD ile rekabet edebilecek bir güç haline gelen Çin, aynı zamanda Asya’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar dünyanın dört bir yanında yatırımlar yaparak etkisini arttırıyordu. Çin’in ekonomik-siyasi-askeri gücünün bu denli artması karşısında ABD için Asya-Pasifik’e yoğunlaşmak acil bir mesele haline geldi. Nitekim 2012 yılında yayımlanan “ABD’nin Küresel Liderliğini Korumak İçin 21. Yüzyılın Savunma Öncelikleri” başlıklı yeni savunma stratejisinde, Çin’in artan etkisine karşı ABD’nin odağını Asya-Pasifik bölgesine kaydıracağı, buradaki askeri varlığını ve ittifaklarını güçlendireceği belirtiliyordu.
Aynı yıl Japonya’da ikinci kez başbakanlık koltuğuna oturan Şinzo Abe, yükselen Çin’e karşı Japonya ve ABD emperyalizminin ortak çıkarlarına uygun militarist politikaları hayata geçirmek için yeniden kolları sıvadı. Öncelikle “savunma” bütçesini arttıran Abe, silah ihracatı kısıtlamalarını hafifletti. Ulusal Güvenlik Konseyini kurdu ve yeni bir Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi yayımladı. 2013’te yayımlanan bu belge ABD’nin yeni “savunma” stratejisiyle de uyumluydu. Belgede 21. yüzyılın başından bu yana, uluslararası güç dengelerinin benzeri görülmemiş ölçekte değiştiğine, dünya siyasetinin ve ekonomisinin ağırlık merkezinin Atlantik’ten Pasifik’e kaydığına, özellikle Çin’in uluslararası toplumdaki varlığını daha da arttırdığına dikkat çekiliyordu. Ayrıca Çin’in deniz ve hava kuvvetlerinin daha açık denizlerde faaliyetlerini arttırdığı, sıklıkla Japon karasularına girdiği ve hava sahasını ihlal ettiği vurgulanıyordu. Bütün bu tespitlerin ardından Japonya’nın uluslararası siyasette daha aktif bir rol üstleneceği, ABD-Japonya ittifakının güçlendirilmesinin yanı sıra Güney Kore, Avustralya ve bölgedeki diğer ülkelerle ilişkilerin derinleştirilmesi için çaba sarf edileceği, işbirliğinin güçlendirilmesi için ortak faaliyetlerin hayata geçirileceği belirtiliyordu. ABD Japonya’nın yeni ulusal güvenlik stratejisinden duyduğu memnuniyeti Pentagon sözcüsünün ağzından şöyle ifade ediyordu: “ABD Savunma Bakanlığı, Japonya’nın savunma konuları da dâhil dünya sahnesinde daha büyük bir rol alma isteğini memnuniyetle karşılamıştır.”
Bu tarihten itibaren Abe hükümeti militarist politikalara daha fazla ağırlık verdi. 2015’te “Barış ve Güvenlik Yasası” meclisten geçirildi. Bu yasayla Öz Savunma Güçlerinin “ortak meşru müdafaa” adına ülke dışındaki askeri operasyonlara katılımına izin veriliyordu. Yakın ilişki içinde olduğu ülkelerden birinin saldırıya uğraması ve bu saldırının kendi güvenliğini de tehdit etmesi halinde Japonya ülke dışında “yardım amaçlı” askeri güç kullanabilecekti. 2016 yılında Obama’nın Hiroşima Anıtını ziyaretinin ve arkasından Abe’nin ABD’nin Pearl Harbor Limanını ziyaret etmesinin iki ülke arasındaki ittifakın güçlendirilmesinde sembolik bir anlamı vardı.
Abe, aynı zamanda QUAD’ın “kurucu babası” olarak adlandırılmaktadır. QUAD, 2007’de Abe’nin öncülüğünde Çin’in ekonomik ve askeri gücüne karşı Avustralya, Japonya, Hindistan ve ABD’nin diplomatik, ekonomik ve askeri işbirliğini güçlendirmek amacıyla kuruldu. 10 yıl boyunca pasif durumda kalan QUAD, 2017’de ABD ve Japonya’nın girişimleriyle yeniden aktif hale getirildi. 2020’de dört ülke ilk kez ortak deniz tatbikatı gerçekleştirdi. 2021’de ilk kez liderler düzeyinde bir zirve düzenlendi. Güney Kore, Vietnam ve Yeni Zelanda’nın temsilci gönderdiği zirvede “Serbest ve Açık Hint-Pasifik” vurgusu özellikle öne çıkarıldı. QUAD her ne kadar resmi bir ittifak olmasa da ABD’nin amacı diğer bölge ülkelerinin katılımını sağlayarak ittifakı genişletmek ve resmi bir statü kazandırarak Çin’e karşı etkin bir güç haline getirmektir. 2021’den bu yana bölge ülkeleriyle ikili görüşmelere, çeşitli ekonomik projelere ve askeri tatbikatlara ağırlık verilmesi de bunu göstermektedir. QUAD’ı güçlendirme faaliyetlerinde Japonya aktif bir rol üstlenmektedir. Japonya, “Serbest ve Açık Hint-Pasifik”i inşa etmek vurgusuyla yalnızca bölge ülkeleriyle değil Afrika’dan Avrupa’ya pek çok ülkeyle görüşmeler yapıyor. “Serbest ve Açık Hint-Pasifik” söylemi ABD’nin Çin’e karşı yürüttüğü hegemonya mücadelesinin argümanı haline gelmiştir.
Japon emperyalizmi uzun zamandır büyük ekonomik bir güç olmasına rağmen siyasi ve askeri bir güç değildir. Oysa hegemonya mücadelesinin ve emperyalist rekabetin kızıştığı bir dönemde bir emperyalist ülkenin rekabet edebilmesi için ekonomik gücüne denk düşen bir askeri gücünün olması zorunluluktur. ABD, bölgedeki en güçlü müttefiki Japonya’nın caydırıcı bir silahlı gücü olmadan (elbette kendi kontrolünde) Çin’i dizginleyemeyeceğinin farkındadır. Japon emperyalizmi ise hem Çin’i ve Kuzey Kore’yi dengelemek hem de müttefiki olduğu ABD’den görece bağımsız olmak için askeri güce sahip olmak istemektedir. LDP Politika Şefi Takaiçi Sanae’nin birkaç ay önce yaptığı bir konuşmada sarf ettiği şu cümle mevcut durumun özetidir: “Topraklarımızı ve egemenliğimizi koruyamadıkça ekonomi de başka bir şey de var olmaz.” İşte bu nedenle 9. maddenin kaldırılması Japon egemenler için acil bir zorunluluk halini almıştır. Nükleer silahlara sahip olma konusu da daha yüksek sesle dillendirilmeye başlanmıştır.
Kızışan hegemonya mücadelesi ve artan gerilim ülkeleri kutup başlarından birinin arkasında hizalanmaya daha fazla itiyor. Gelinen noktada Japonya’nın sıkı bir müttefik olarak ABD kutbunda yer aldığı netleşmiştir. Fakat bu süreç hem Japon toplumunu ve muhalefet partilerini savaşa ikna etmek hem de Trump döneminde olduğu gibi iki ülke arasında ortaya çıkan kimi gerilimleri, anlaşmazlıkları çözmek ve başta Çin olmak üzere bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkilerdeki dengeyi koruyabilmek bakımından Japon emperyalizmi için inişli çıkışlı bir süreç olmuştur. Unutmayalım ki, bugün tüm olaylar kapitalizmin tarihsel kriz sahnesinde gerçekleşmektedir. Ülkeler arası ittifaklar da hegemonya kapışması da Üçüncü Dünya Savaşının Asya-Pasifik cephesinin açılması süreci de çelişkili, çatışmalı, inişli çıkışlı süreçler olarak ilerlemektedir. Ancak gidişat savaşın cephelerinin Asya-Pasifik’e genişlemesi yönündedir ve gerilim giderek tırmanmaktadır.
Biden yönetiminin 12 Ekimde yayımladığı Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde Rusya “acil bir tehdit” olarak tanımlanırken Çin “hem uluslararası düzeni yeniden şekillendirme niyetine hem de giderek artan bir şekilde bu hedefi ilerletmek için ekonomik, diplomatik, askeri ve teknolojik güce sahip tek rakip” olarak ifade edilmektedir. Dünyanın bir dönüm noktasında olduğu söylenerek önümüzdeki 10 yıla işaret edilen belgede “Bu on yıl, Çin ile rekabetin şartlarını belirlemede, Rusya’nın yarattığı akut tehdidi yönetmede belirleyici olacak” denilmektedir. Her alanda tıkanma yaşayan, savaşlar ve krizler üreten kapitalist sistemin insanlığı getirdiği eşiği tarif etmek için kullanılacaksa dünyamızın bir dönüm noktasında olduğu doğrudur. Son 20 yıldır yaşananlara baktığımızda kapitalizmin yıkıcılığına, milyarları sefalete, yoksulluğa ve yeni acılara sürüklemesine karşı patlak veren sayısız isyan olduğunu görürüz. Bugün dünyanın dört bir yanında kitlesel protestolar yaşanıyor, Avrupa’da grevlerin sayısı artıyor, yanı başımızda İran’da haftalardır devam eden isyan İran rejiminin temellerini sarsıyor. Hiç kuşku yok ki önümüzdeki yıllar emperyalist kapışmanın şiddetinin artacağı yıllar olduğu kadar sınıf mücadelesinin keskinleşeceği yıllar olacak. Evet, dünyamız bir dönüm noktasındadır ve Elif Çağlı’nın dediği gibi Üçüncü Dünya Savaşı büyük emperyalist savaşlar zincirinin son halkası olacak gibi görünüyor. “Zira ya kapitalizm insan soyunun mahvına neden olacak, ya da örgütlü ve devrimci proletarya kapitalizmi dünyamızdan süpürerek insanlığı kurtaracak.”[8]
[1] 1951 yılında San Francisco Barış Anlaşması’nı imzalayan başbakan olarak bilinen Yoşida Şigeru için de 1967’de resmi cenaze töreni düzenlenmişti.
[2] Anayasanın 9. maddesi şöyledir: 1- Adalet ve düzene dayalı bir uluslararası barışı samimiyetle arzulayan Japon halkı, ulusun egemen bir hakkı olarak savaştan ve uluslararası anlaşmazlıkları çözmek için güç kullanma tehdidinden veya kullanımından daimî şekilde feragat etmektedir. 2- Bu itibarla, hiçbir kara, deniz ve hava kuvveti veya herhangi diğer bir silahlı güç muhafaza edilemez. Devlete savaş hakkı tanınmaz.
[3] Bu anlaşmanın ilk iki maddesi şöyledir: 1. Japonya Amerika Birleşik Devletleri’nin kara, deniz ve hava kuvvetlerinin Japon toprakları içinde konuşlanmasını kabul etmiştir. Bu askeri güçler, Uzak Doğu’da barış ve güvenliğin korunması, Japonya’nın dışarıdan gelecek saldırılara karşı korunması gibi görevleri yerine getirmek için kullanılabilirler. Yine bu güçler, Japon hükümeti talep ederse, dış güçlerin kışkırtmasıyla başlamış olan iç isyanları ve ayaklanmaları bastırmak için de kullanılabilirler. 2. Birinci maddedeki hakların kullanımı sırasında Japonya tarafından, Amerika Birleşik Devletleri’nin rızası olmadan hiçbir şekilde üçüncü bir gücün hava, deniz ya da kara güçlerine ülke içindeki üslerin kullanılması, manevra yapılması, geçiş hakkı verilmesi ya da benzeri haklar ve yetkiler tanınması mümkün değildir.
[4] İlkay Meriç, ABD’nin Pasifik’teki Savaş Üssü Okinawa ve Anti-Militarist Mücadele, marksist.com
[7] Elif Çağlı, Küreselleşme, Tarih Bilinci Yay., s.83
[8] Elif Çağlı, Gerçekler Ortada, marksist.com
link: Demet Yalçın, Asya-Pasifik’te Artan Gerilim ve Tırmanan Japon Militarizmi, 24 Ekim 2022, https://marksist.net/node/7781
Emine Şenyaşar, Cumartesi Anneleri ve Daha Niceleri…
Maden Karasının Aynasında Rejimin Yüzkarası