Avro krizine ve Suriye’deki kitlesel sindirme dalgasına rağmen İran rejiminin nükleer programına ilişkin haberler Avrupa ve dünya medyasında çarpıcı bir şekilde öne çıkarıldı.
Her ne kadar bu haberler büyük oranda yaptırımların sıkılaştırılması ve askeri saldırı olasılığına ayrıldıysa da, rejimin yozlaşmasının ve kötü ekonomik yönetimin bir sonucu olarak İran’daki işçilerin ve yoksulların içinde bulundukları kötü durum –şimdi artan yaptırımlarla daha da ağırlaşmaktadır– hakkında çok az şey söylendi. Neredeyse hiçbir haber ajansı İranlı işçilerin durumundan söz etmedi.
Savaş tamtamları mı?
Her ne kadar haftalardır Amerikalı, İsrailli, İngiliz ve Fransız politik, askeri ve istihbarat yetkilileri İran rejimine karşı “sert” söylemde birbirleriyle yarışıyorlarsa da, şimdi herkes askeri söylemin tonunu yumuşatmış durumda. Bunun işareti, bir hafta önce, Amerika’daki en üst düzey İsrail yanlısı lobi grubu Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi’nin (AIPAC) yıllık toplantısı sırasında, “Halihazırda, ortalıkta savaşa dair çok boş konuşma var” diyen Başkan Barack Obama’dan geldi. Obama aynı zamanda şunları da söyledi: “Son birkaç haftadır bu tür sözler, nükleer programını finanse etmek için bel bağladığı petrol fiyatlarını yükselterek sadece İran hükümetinin işine yaramıştır.”
Sonra sıra Benyamin Netanyahu’nun AIPAC’taki konuşmasına geldi ve o da savaşın kaçınılmaz olmadığını söyledi. Ardından bu yeni diplomasi coşkusu tüm diğer emperyalist ülkelerde de yankı buldu. BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi ve Almanya (5+1 denilen grup) da artık İran rejiminin müzakere teklifini ele almaya hazırdı.
Daha sonra 8 Martta, İran rejiminin lideri Ayetullah Ali Hamaney, beklenmedik bir hamleyle, Obama’nın, İran’a askeri saldırı çağrılarını yatıştıran girişimlerinden memnuniyetini ifade etti.
Peki, bu yeni gelişmenin ardında ne yatıyor? Herkes barış adamı haline mi geldi?
Yoksa konuşma tedavisi mi?
Öncelikle şunu hatırlatmalıyız ki, İran rejimiyle emperyalist güçler arasında hiçbir temel ideolojik fark yoktur. Rejim, bu İslamcı gericiler ancak kendilerini “anti-emperyalist” olarak sunduktan sonra iktidara geldi ve sonra da İran devriminin liderliğini ele geçirerek işçilerin ve ezilenlerin o görkemli hareketini kana boğdu.
İkincisi, rejimin emperyalistlerle farklılıklarının kökü, onun bölgesel güç dengesindeki yerine dairdir. İran rejimi nükleer silah yeteneğini bir bölgesel güç olarak konumunun ana garantisi olarak görmektedir. Bu İran burjuvazisinin tarihsel emellerinin bir devamıdır ve onun, İran’da olduğu kadar bölgede de işçileri ve tüm sömürülen ve ezilen katmanları baskı altında tutan konumunu güçlendirecektir.
Üçüncüsü, bu rejim, işçilerin ve yoksulların temel ihtiyaç maddeleri üzerindeki sübvansiyonları giderek azaltmak ve sonunda kaldırmak, katma değer vergisi uygulamak, özelleştirmeler gibi neo-liberal politikaları bizzat uygulayan bir rejimdir.
Dördüncüsü, son yaptırımlar rejimin tarihindeki en ağır yaptırımlardır. Bunların şimdiden büyük bir etkisi olmuştur ve Avrupa Birliği’nin petrol ambargosu Temmuzda yürürlüğe girince bu daha da kötü hale gelecektir.
Sübvansiyonlar
1980’de, Irak’la savaş sırasında, İslami rejim akaryakıtı, gıdayı, ilacı ve elektrik, su, doğalgaz gibi altyapı hizmetlerini sübvanse etmeye başlamıştı. 2009’a gelindiğinde bu sübvansiyonların devlete maliyeti 100 milyar doları –yaklaşık olarak GSMH’nin %25’i– bulmuştu. Ve birçok “başkan” sübvansiyonları kaldırmaktan söz etse de hiçbiri bu politikayı hayata geçirmeye cesaret etmemişti.
2010’da “Başkan” Mahmud Ahmedinecad devlet sübvansiyonlarının aşamalı olarak kaldırılacağını açıkladı. Sübvansiyonlar yerine artık aylık 38 dolarlık nakit para verilecekti. Fakat gerçekte bu para, sübvanse edilmeyen malların artan bedelini, özellikle de elektrik, su, doğalgazın fiyatı üçe katlanmışken, telafi etmemektedir.
Resmi enflasyon şu anda %21 civarında kalsa da, sütün litresi 0,65 dolara, princin kilosu 1,30 dolara (en iyi prinç 1,94 dolardan satılmaktadır) ve elmanın kilosu 1 dolara çıkmıştır. Bunlar çalışan işçilerin bile gücünün yetmediği fiyatlardır, bir de resmi işsizliğin %11,8 olduğu düşünülünce…
Artan yaptırımlar
İran rejimine karşı yıllardır yürürlükte olan pek çok yaptırıma ek olarak, iki yeni önlem yürürlüğe girmeye başlıyor.
Bunlardan ilki, 31 Aralık 2011’de ilan edildi. Barack Obama, İran Merkez Bankasıyla (CBI) iş yapan yabancı mali kurumları cezalandırarak bu bankayı dünya mali sisteminden koparmayı hedefleyen bir yasayı imzaladı.
CBI İran’ın petrol ticaretindeki ana kanalıdır ve petrol ve petrokimyasal ihraç ürünlerinin devlet gelirlerinin %50 ilâ %70’ini oluşturduğu dikkate alındığında, tüm umutsuz destekleme girişimlerinden sonra bile İran riyalinin Aralıktan bu yana yarı yarıya değer kaybetmesi hiç de garip değildir.
İkinci önlem ise, AB’nin İran’a karşı 2012 Temmuzunda petrol ambargosu uygulayacağını duyurduğu 23 Ocakta geldi. İran’ın petrol ihracatının yaklaşık %20’si (ya da günde 600 bin varil) AB ülkelerine yapılıyor. Bu yüzden İran rejimi şimdi dört kilit müşterisinin, Çin, Hindistan, Güney Kore ve Japonya’nın alıma devam edeceğinden emin olmaya çalışıyor.
Ahmedinecad bu sorunu alışılageldiği üzere blöfle çözmeyi deniyor: “İran’a ihtiyacı olan Batı’dır, İran ulusunun yaptırımlardan kaybedeceği bir şey yoktur.” Fakat halihazırda yiyecek kıtlığına, istifçiliğe ve yatırımların kesilmesine ilişkin raporlar bulunmaktadır.
İran’ın güdük kapitalizminin – ki yapısal olarak emperyalizme bağımlıdır ve şimdilerde yozlaşmış ve yeteneksiz görevliler tarafından yönetilmektedir– ağır yükü, her zamanki gibi, işçiler ve yoksullar tarafından ödenmektedir.
İşçi mücadeleleri
İran burjuvazisinin gaddar ve zalim doğası nedeniyle, İranlı işçilerin hareketi çoğu dönemde çok yavaş ilerlemiş, bazı yıllarda ise hızlı bir gelişme göstermiştir. 1997’de başlayan ilerlemelerin 2009 Haziranındaki “Başkanlık seçimi”ni izleyen büyük baskı dalgasını takiben sona erdiği söylenebilirse de, hiçbir mücadelenin ve zaferin olmadığı bir döneme kesinlikle geri dönmedik.
Bir dizi konuda mücadeleler devam ediyor: fabrikaların kapanması, işten atılmalar, ücretlerin ödenmemesi, sürekli sözleşmeler vs. İran’da sendikalar yasadışı olduğu için, işçi liderlerinin çoğu hapse düşüyor: örneğin İbrahim Madadi ve Rıza Şahabi (Vahid otobüs şoförleri sendikasından), Şahruk Zamani, Muhammed Jarahi ve çok sayıda diğerleri.
Buna rağmen, pek çok grev –grevler yasadışı olduğu halde– ve gerçekleşen diğer protestolar, işçilerin mücadeleci ruhunun kırılamadığının bir göstergesidir. İş Yasasındaki yeni değişikliklere yönelik protestolar kadar Bandar İmam Petrokimya kompleksindeki binlerce işçinin son zaferi de açıkça gösteriyor ki, rejimin baskı aygıtı parçalanana ve işçiler tüm taleplerine ulaşana kadar mücadele devam edecektir.
[Bu yazının İngilizce metni için: Looking at Iran Behind the Headlines]
link: Murad Şirin, Manşetlerin Ardındaki İran’a Bakış, 12 Mart 2012, https://marksist.net/node/2995
İşçilerin Katili Sermaye Düzeni
1915’te Katledilen Ermeniler Taksim’de Anıldı