Bizi çok büyük bir acı içinde bırakan iki ağır kaybı aynı anda yaşadık. Adları proleter devrimin büyük kitabında sonsuza kadar yer alacak olan iki lider aramızdan ayrıldı: Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg. Korkunç bir biçimde can verdiler. Katledildiler. Artık aramızda değiller!
Zaten tanınıyorduysa da, Karl Liebknecht’in adı, Avrupa’daki korkunç boğazlaşmanın ilk aylarından itibaren dünya çapında bir önem kazandı. Onun ismi, devrimci onurun adı ve gelecekteki zaferin andı olarak yankılandı. Alman militarizminin ilk cümbüşlerini yapıp, ilk şeytani zaferlerini kutladığı; Alman güçlerinin Belçika kalelerini karton evler gibi silip süpürerek Belçika içinde fırtına gibi estiği; 420 milimetrelik Alman toplarının tüm Avrupa’yı Wilhelm’in önünde diz çöktürüp köleleştirmiş göründüğü; hem yurt dışında (ezilmiş bir Belçika ve kuzeyi Almanya tarafından işgal edilmiş bir Fransa) hem de yurt içinde (sadece Alman büyük toprak sahipleri sınıfının, Alman burjuvazisinin ve şovenist orta sınıfın değil, son olarak ve en az bunlar kadar, Alman işçi sınıfının resmi partisinin de) her şeyin –en azından görünüşte– boyun eğdiği Alman militarizmi önünde, liderliğini Scheidemann ve Ebert’in yaptığı Alman resmi sosyal-demokrasisinin bile yurtsever dizleri üzerine çöktüğü o ilk günlerde ve haftalarda; o kara, korkunç ve kötü günlerde, Almanya’da isyankâr bir karşı çıkış, öfke ve lanetleme sesi yükseldi; bu Karl Liebknecht’in sesiydi. Ve bu ses bütün dünyada yankılandı.
Geniş kitlelerin ruh halini Alman saldırısı altında olmanın biçimlendirdiği, iktidardaki sosyal-yurtsever partinin, işçi sınıfına gerekli olanın yaşamak için savaşmak değil ölünceye kadar savaşmak olduğunu ilan ettiği Fransa’da bile (Almanya’da “bütün halkın” Paris’i ele geçirmek için can attığı bir zamanda, başka nasıl olabilirdi ki), Karl Liebknecht’in gürleyen sesi, yalanların, iftiraların ve korkunun yarattığı barikatları yıkarak, ikaz edici ve uyandırıcı oldu. Bir başına Liebknecht’in, bastırılan kitlelerin tercümanı olduğu hissedilebiliyordu.
Aslında Liebknecht, o zaman bile yalnız değildi. Cesur, şaşmaz ve kahraman Rosa Luxemburg, savaşın daha ilk gününden itibaren onunla omuz omuza öne atılmıştı. Alman parlamentarizminin kanunsuzluğu, Rosa Luxemburg’a, Liebknecht’inki gibi muhalefetini parlamento kürsüsünden başlatma olanağı tanımadığı için, onun adı daha az duyuldu. Fakat Alman işçi sınıfının en iyi unsurlarının uyanışındaki katkısı, kavgada ve ölümde yoldaşı olan Liebknecht’ten hiç de daha az değildi. Mizaçça çok farklı ve bir o kadar da yakın olan bu iki savaşçı, birbirlerini tamamladılar, ortak bir amaca boyun eğmez bir kararlılıkla yürüyerek ölümü birlikte karşıladılar ve isimleri tarihe birlikte yazıldı.
Karl Liebknecht, uzlaşmaz bir devrimcinin gerçek ve mükemmel bir örneğiydi. Yaşamının son günlerinde, ismi etrafında sayısız efsane yaratılmıştı: anlamsızlık ölçüsünde kötü olanları burjuva basında, kahramanca olanları işçi kitlelerinin dudaklarında.
Karl Liebknecht, özel yaşamında, iyiliğin, sadeliğin ve kardeşliğin simgesiydi! Onunla ilk kez 15 yıl önce karşılaştım. Çekici, kibar ve sempatik biriydi. Sözcüğün en olumlu anlamıyla, adeta kadınca bir duyarlılık, kişiliğinin en belirgin özelliğiydi. Liebknecht, bu kadınca duyarlılığın yanı sıra, haklı ve doğru bulduğu şeyler uğruna kanının son damlasına kadar savaşabilecek bir devrimcinin olağanüstü cesaretiyle de sivriliyordu. Bağımsız ruhu, daha, Bebel’in tartışmasız otoritesi karşısında kendi düşüncelerini savunmayı birçok kez göze aldığı gençlik yıllarında kendini göstermişti. Liebknecht, gençlik içindeki çalışmaları ve Hohenzollern’in askeri aygıtına karşı mücadelesi sırasında gösterdiği büyük cesaretle dikkat çekmişti. Son olarak o, gerçek büyüklüğünü, tüm atmosferi şovenizmin mikroplu havasıyla dolu olan Alman Parlamentosunda, burjuvazinin savaş kışkırtıcılığına ve sosyal-demokrasinin ihanetine karşı sesini yükselttiğinde; ve bir asker olarak, Berlin’in Potsdam Meydanında, burjuvaziye ve onun militarizmine karşı ayaklanma bayrağını açtığında gösterdi. Tutuklandı. Hücre hapsi ve çalışma kampı, cesaretini kıramadı. Hücresinde beklemiş ve isabetle öngörüde bulunmuştu. Geçen yılın Kasımında devrim tarafından özgürleştirilen Liebknecht, derhal Alman işçi sınıfının en iyi ve en kararlı unsurlarının başına geçti. Spartaküs, kendini Spartakistlerin saflarında buldu ve onların bayrağını taşırken öldü.
Rosa Luxemburg’un adı, diğer ülkelerde, Rusya’da olduğundan biraz daha az bilinir. Fakat onun, hiçbir bakımdan Karl Liebknecht’ten daha az önemli bir kişilik olmadığı kesindir. Kısa boylu, narin, soluk fakat soylu yüzlü, güzel gözlü, parlak zekâlı bu kadın, düşünsel cesaretiyle herkesi çarpıyordu. Marksist yönteme, bedeninin organları gibi hâkimdi. Marksizmin onun damarlarında dolaştığı söylenebilirdi.
Mizaçları birbirinden çok farklı olan bu iki liderin birbirlerini tamamladıklarını söylemiştim. Bunu vurgulamak ve açmak istiyorum. Uzlaşmaz bir devrimci olarak Liebknecht kişisel davranışlarında kadınca bir duyarlılıkla karakterize oluyorsa, bu narin kadın da, erkeksi bir düşünce gücüyle karakterize oluyordu. Lassalle bir keresinde, düşüncenin fiziksel gücünün, onun gerilimiyle oluşan hükmedici gücün, kendi yolu üzerindeki engelleri adeta yıktığından söz etmişti. Rosa Luxemburg’la konuştuğunuzda, yazılarını okuduğunuzda ya da düşmanlarına karşı kürsüden yaptığı bir konuşmayı dinlediğinizde, hissettiğiniz şey tam da budur. Nitekim pek çok düşmanı vardı! Sanırım Jena’daki bir kongrede, onun yüksek ve bir tel gibi gergin sesinin, Bavyera, Baden ve diğer yerlerden gelmiş olan oportünistlerin çılgınca protestolarını nasıl tamamen susturduğunu hatırlıyorum. Ondan nasıl da nefret ediyorlardı! Rosa da onları nasıl hor görürdü! Ufak tefek ve kırılgan görünüşlü bu kadın, kongre kürsüsüne, proleter devrimin kişileşmiş hali olarak çıkmıştı. Mantığının gücü ve alaycılığının etkisiyle, en açık muhaliflerini bile susturmuştu. Rosa işçi sınıfının düşmanlarına karşı nefretini sergilemeyi ve bu nedenle onların kendisinden nefret etmesini sağlamayı biliyordu. Onlar Rosa’yı çok önceden mimlemişlerdi.
Rosa, savaşın ilk gününden, daha doğrusu ilk saatinden itibaren, şovenizme, yurtsever arsızlığa, Kautsky ve Haase’nin yalpalamalarına ve merkezcilerin belkemiksizliğine karşı çıkmak ve proletaryanın devrimci bağımsızlığını, enternasyonalizmi ve proleter devrimi savunmak için bir seferberlik başlattı.
Evet, Karl ile Rosa birbirlerini tamamlıyorlardı!
Teorik düşünme ve genelleme yeteneğiyle Rosa, sadece karşıtlarından değil, aynı zamanda yoldaşlarından da ilerideydi. Çok zeki bir kadındı. Onun gergin, kesin, parlak ve amansız üslûbu, daima, düşüncesinin hakiki bir aynası olarak kalacak.
Liebknecht bir teorisyen değildi. O doğrudan bir eylem adamıydı. Atılgan ve ateşli bir mizaca, olağanüstü bir politik sezgiye, içinde bulunulan şartlara ve kitlelerin ruh haline dair üstün bir farkındalığa ve nihayet eşsiz bir devrimci girişkenlik cesaretine sahipti.
Almanya’nın 9 Kasım 1918’den sonra içinde bulunduğu iç ve dış koşulların bir analizi kadar devrimci bir öngörü de öncelikle Rosa Luxemburg’dan beklenebilirdi ve beklenmeliydi. Acil bir eylem ve zamanı geldiğinde silahlı bir ayaklanma çağrısı ise, çok büyük olasılıkla Liebknecht’ten gelirdi. Bu iki savaşçı, birbirlerini daha iyi tamamlayamazlardı.
Luxemburg ve Liebknecht, bu yorulmak bilmeyen devrimci adam ve ödünsüz devrimci kadın, hapisten çıkar çıkmaz omuz omuza verdiler ve proleter devrimin yeni muharebeleri ve denemelerini omuzlamak üzere, Alman işçi sınıfının en iyi unsurlarının başına geçtiler. Ancak bu yolun daha ilk adımlarında hain bir darbe ikisini de aldı götürdü.
Hiç kuşku yok ki, gericilik daha örnek kurbanlar seçemezdi. Nasıl da şaşmaz bir darbe! Ve ne kadar şaşırtıcılıktan uzak! Gericilik de devrim de birbirini iyi tanıyordu. Bu olayda gericilik, işçi sınıfının eski partisinin eski liderlerinin; adları, bu hain cinayetin başlıca örgütleyicileri olarak tarihin kara kaplı kitabında sonsuza kadar yer alacak olan, Scheidemann ve Ebert’in kılığına girmişti.
Elimizde, Liebknecht ve Luxemburg’un katledilmesini, kudurmuş bir kalabalık karşısında yeterince dikkatli davranma becerisi gösteremeyen bir bekçinin neden olduğu bir sokak “tartışma”sı olarak göstermeye çalışan resmi bir Alman raporu olduğu doğru. Bu amaçla hukuki bir soruşturma düzenlenmişti. Fakat siz ve ben, gericiliğin böyle kendiliğinden patlak veren saldırganlıkları devrimci liderlere karşı nasıl kullandığını gayet iyi biliriz. Burada, yani Petrograd’ın surları içinde yaşadığımız Temmuz günlerini; Kerenski ve Çeretelli tarafından Bolşeviklere karşı savaşmaya çağrılan Kara Yüz çetelerinin işçileri nasıl sistematik olarak terörize ettiğini, liderlerini katlettiğini ve sokaklarda tek tek işçilere saldırdığını çok iyi hatırlıyoruz. Bir “tartışma” sırasında öldürülen işçi Voinov’u çoğunuz hatırlayacaksınız. Biz o dönemde Lenin’i sakladıysak, bu sadece, azgın Kara Yüz çetelerinin eline düşmemesi içindi. O zaman, Menşevikler ve Sosyal Devrimciler arasında, Alman ajanı olmakla suçlanan Lenin ve Zinovyev’in bu iftiraları çürütmek üzere mahkeme önüne çıkmamalarından rahatsız olan iyi niyetli insanlar vardı. Lenin ve Zinovyev özellikle bu nedenle suçlandılar. Fakat hangi mahkemede kendilerini savunacaklardı? Bu mahkemeye gidip gelirken, Lenin, “kaçmaya” (Liebknecht’e yapıldığı gibi) zorlanacak ve vurulur ya da bıçaklanırsa, Kerenski ve Çeretelli tarafından hazırlanan resmi rapor, Bolşeviklerin liderinin kaçmaya çalışırken muhafızlar tarafından öldürüldüğünü açıklayacaktı. Berlin’deki korkunç tecrübeden sonra, Lenin’in düzmece mahkemeye çıkmamak ve dahası kendisini yargısız infaz saldırısına açık hale getirmemekle doğru yaptığına ikna olmak için on kat daha fazla nedene sahibiz.
Fakat Rosa ve Karl gizlenmediler. Düşmanın eli onları sıkıca yakaladı ve boğdu. Ne büyük bir darbe, ne büyük bir acı ve ne büyük bir ihanet! Alman Komünist Partisinin en önemli liderleri, bizim büyük yoldaşlarımız artık hayatta değiller. Onların katilleri Sosyal-Demokrat partinin bayrağı altında duruyorlar ve bu parti varlık meşruiyetini başkasından değil Karl Marx’tan aldığını iddia etme yüzsüzlüğü sergiliyor! Ne büyük bir çarpıtma! Ne büyük bir maskaralık! Bir düşünün yoldaşlar: Belçika’nın bozguna uğratıldığı ve Fransa’nın kuzeyinin ele geçirildiği savaşın ilk günlerinden beri, azgın Alman militarizmini destekleyen, Brest barışı esnasında Alman militarizminin çıkarları için Ekim Devrimine ihanet eden “Marksist” Alman Sosyal-Demokrasisi, “işçi sınıfının anası”; işte o parti, bugün liderleri Scheidemann ve Ebert’in, Enternasyonal’in kahramanlarını, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’u öldürmek için uğursuz çeteler örgütlediği partidir!
Ne korkunç bir tarihsel yoldan çıkma! Geçmiş çağlara göz attığınızda, bu durumla Hıristiyanlığın tarihsel yazgısı arasında belirli bir paralellik bulabilirsiniz: Kölelerin, balıkçıların, emekçilerin, mazlumların ve köleci toplumun ezdiği tüm insanların İncil öğretisi, yoksul insanların tarihsel olarak ortaya çıkmış bu öğretisi; zenginler, krallar, soylular, başpiskoposlar, tefeciler, patrikler, bankerler ve Roma’daki Papa tarafından ele geçirilmiş ve bunların işlediği suçlar için bir kılıf haline getirilmişti. Yine de, hiç kuşkusuz, pleblerin bilincinden doğan ilk Hıristiyanlık ile resmi Katoliklik ve Ortodoksluk arasındaki fark, Marx’ın devrimci düşünce ve eylemin özü olan öğretisi ile bütün ülkelerin Scheidemann ve Ebert’lerinin pazarlayarak geçindiği burjuva düşüncesinin beş para etmez artıkları arasındaki uçurum kadar büyük değildir. Sosyal-demokrasinin liderleri aracılığıyla burjuvazi, proletaryanın düşünsel mirasını yağmalamaya ve haydutluğunu Marksizm bayrağıyla örtmeye kalkmıştır. Umuyoruz ki, bu ağır suç, Scheidemann’ların ve Ebert’lerin işlediği son suç olacak. Alman proletaryası, başına çöreklenenlerin elinden çok acı çekti; ama bu gerçek silinip gitmeyecek. Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un kanları haykırıyor. Bu kan, Berlin’in kaldırımlarını ve tam da Liebknecht’in savaşa ve sermayeye karşı ayaklanma bayrağını açtığı Potsdam Meydanının taşlarını konuşmaya zorlayacak. Ve er ya da geç, bu taşlardan, burjuva toplumun aşağılık dalkavuklarına ve sadık köpeklerine, Scheidemann ve Ebert’lere karşı barikatlar yükselecek!
Berlin’de katiller, Spartakistlerin hareketini, yani Alman komünistlerini şu anda ezmiş durumdalar. Bu hareketin en büyük iki ilham kaynağını katlettiler ve bugün belki de zaferlerini kutluyorlar. Fakat ortada gerçek bir zafer yok; çünkü doğrudan, açık ve tam bir savaş henüz yaşanmadı; Alman proletaryası iktidarı ele geçirmek için henüz ayaklanmadı. Olan sadece zorlu bir keşif, düşman kampın planlarına yönelik bir derin istihbarat seferiydi. Keşif seferleri çatışmadan önce gelir, fakat henüz çatışmanın kendisi değildir. Bu eksiksiz keşif Alman proletaryası için gerekliydi, tıpkı Temmuz günlerinde bizim için gerekli olduğu gibi.
Keşif seferinde en iyi iki komutanın düşmesi talihsizliktir. Bu çok acı bir kayıptır, fakat bir yenilgi değildir. Asıl savaş hâlâ önümüzde duruyor.
Bugün Almanya’da yaşananların anlamı, dönüp dün bizim Rusya’da yaşadıklarımıza bakıldığında daha iyi anlaşılacaktır. Olayların akışını ve iç mantığını hatırlarsınız. 1917 Şubatının sonunda halk kitleleri Çarın saltanatını yıktılar. İlk haftalarda, sanki asıl görevin tamamlanmış olduğu duygusu hâkimdi. Muhalefet partilerinde yeni yeni öne çıkan ve daha önce iktidarda hiç bulunmamış olan kişiler, halk kitlelerinin güvenini şu ya da bu ölçüde kazanmakta başlangıçta daha avantajlı oldular. Fakat bu güven kısa sürede kırılmaya başladı. Petrograd kendini, olması gerektiği gibi, kafasındaki çözümün ikinci aşamasında buldu. Şubatta olduğu gibi Temmuzda da, devrimin cephede en uzağa giden öncüsü oydu. Ancak, halk yığınlarını burjuvaziye ve uzlaşmacılara karşı mücadeleye çağırmış olan bu öncü, gerçekleştirdiği derinlemesine keşif için ağır bir bedel ödedi.
Temmuz Günlerinde, öncü Petrograd, Kerenski hükümetinden koptu. Bu henüz, Ekimde gerçekleştirdiğimiz gibi bir ayaklanma değildi. Bu, taşradaki geniş kitlelerin, tarihsel anlamını henüz kavramamış olduğu bir keşif kolu savaşıydı. Bu çatışmayla Petrogradlı işçiler, sadece Rusya’nın değil bütün ülkelerin halk kitlelerine, Kerenski’nin arkasında bağımsız bir ordunun değil, burjuvazinin güçlerinin, beyaz muhafızların, karşı-devrimin olduğunu gösterdiler.
Temmuzda bir yenilgiye uğradık. Yoldaş Lenin gizlenmek zorunda kaldı. Bazılarımız hapse düştü. Gazetelerimiz yasaklandı. Petrograd Sovyeti baskı altına alındı. Parti ve sovyet matbaaları mahvedildi. Her yerde Kara Yüzlerin şenlikleri hüküm sürüyordu. Diğer bir deyişle, şimdi Berlin sokaklarında neler oluyorsa, Petrograd’da da aynı şeyler yaşanıyordu. Yine de, o dönemde hiçbir gerçek devrimci, Temmuz Günlerinin zafere giden yolda sadece bir başlangıç olduğundan hiç kuşkuya düşmemişti.
Benzer bir durum, son günlerde Almanya’da da gelişti. Tıpkı Petrograd gibi Berlin de kitlelerin geri kalan kesimlerinden çok öne çıktı; tıpkı bizdeki gibi, Alman proletaryasının tüm düşmanları da ulumaya başladılar: “Berlin’in diktatörlüğünü kabul edemeyiz, Spartakist Berlin tecrit olmuştur; bir kurucu meclis toplamalı ve bunu Liebknecht ile Luxemburg’un propagandalarıyla yoldan çıkıp kızıllaşan Berlin’den alıp, Almanya’nın daha sağlıklı bir taşra kentine taşımalıyız.” Düşmanlarımızın Rusya’da bize yaptığı her şey, tüm o şirret ajitasyon, o iğrenç iftiralar, Almancaya çevrilip Berlin proletaryası ve onun liderleri Liebknecht ve Luxemburg’a karşı tüm Almanya’da piyasaya sürüldü. Şurası kesin ki, Berlin proletaryasının keşif seferi, bizim Temmuzdakinden daha geniş ve daha derinlere uzanan bir biçimde gelişti; kurbanlar ve kayıplar da daha büyük oldu. Fakat bu durum, Almanların, bizim daha önce yapmış olduğumuz tarihi yapıyor olmaları gerçeğiyle açıklanabilir; Alman burjuvazisi ve askeri aygıtı, bizim Temmuz ve Ekim deneyimimizi kavramış durumdaydı. Ve en önemlisi, orada sınıf ilişkileri buradakiyle kıyaslanamayacak biçimde daha belirgindir; mülk sahibi sınıflar kıyaslanamayacak biçimde daha sağlam, daha zeki, daha etkin ve bu demektir ki daha acımasızdır.
Yoldaşlar, Rusya’da Şubat devrimi ile Temmuz günleri arasında dört ay geçmişti; yani Petrograd proletaryasının, yeniden sokağa çıkma ve Kerenski ile Çeretelli’nin devlet tapınağının üzerinde yükseldiği sütunları sarsma ihtiyacını dayanılmaz bir biçimde duyması için çeyrek yıl gerekmişti. Temmuz günleri yenilgisinden sonra, taşranın büyük yedek güçlerinin Petrograd’ın arkasında saf tutması ve Ekim 1917’de, zaferden emin olarak, özel mülkiyetin kalelerine doğrudan bir saldırı çağrısında bulunabilmemiz için de yine bir dört ay geçmişti.
Tükenmiş durumdaki monarşiyi deviren ilk devrimin henüz Kasım başında gerçekleştiği Almanya’da, bizdeki Temmuz günleri, halihazırda Ocak ayının başında yaşanmakta. Bu durum, Alman işçi sınıfının, kendi devrimini, kısaltılmış bir takvime göre yaşadığını göstermez mi? Bizim dört aya ihtiyaç duyduğumuz yerde, ona iki ay yetiyor. Bu takvimin sürdürüleceğini umalım. Belki Alman Temmuz Günlerinden Alman Ekimine kadar, bizdeki gibi dört ay geçmeyecek; bunun için belki iki ay ya da daha kısa bir süre bile yeterli olacak. Fakat olaylar nasıl gelişirse gelişsin, bir şey her türlü şüphenin üzerindedir: Karl Liebknecht’in sırtına sıkılan kurşunlar, bütün Almanya’da güçlü bir biçimde yankılanmıştır. Ve bu yankı, Almanya’nın ve tüm dünyanın Scheidemann ve Ebert’lerinin kulaklarında, bir ölüm çanı gibi çınlamıştır.
Burada, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg için, bir veda şarkısı söyledik. Liderler öldüler. Onları bir daha canlı olarak görmeyeceğiz. Fakat yoldaşlar, zaten kaçınız onları yaşarken bir kez olsun görmüştü ki? Çok küçük bir kısmınız. Buna karşın, şu son aylar ve yıllar boyunca Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg sürekli aramızdaydılar. Toplantılarda ve kongrelerde, Karl Liebknecht’i onursal başkan olarak seçtiniz. O burada hiç bulunmadı –Rusya’ya girmeyi başaramamıştı–, ama hep aranızda oldu; masanızda, onurlu bir konuk olarak, bir yakınınız olarak oturdu. Çünkü bizim için onun ismi, sadece belirli bir insanın ismi olmaktan çıkıp işçi sınıfının en iyi, en cesur ve en soylu özelliklerinin adı haline geldi. Aramızdan herhangi biri, yaşamını ezilenlere adamış, tepeden tırnağa çelikleşmiş, düşman karşısında bayrağı asla elden bırakmayan bir insan tasavvur etmeye çalıştığında, aklımıza hemen Karl Liebknecht’in adı gelir. O, halkların belleğine ve bilincine bir eylem kahramanı olarak kazındı. Hezeyan içindeki düşman kampta zafer kazanan militarizm her şeyi ezip geçtiğinde, görev karşı çıkmak iken herkes sessizliğe büründüğünde, nefes alacak hiçbir yer kalmamış gibi göründüğünde, onun, Karl Liebknecht’in militan sesi yükseldi: “Siz, zalim yöneticiler, askeri caniler, yağmacılar; siz, dalkavuk uşaklar, uzlaşmacılar; Belçika’yı ayaklar altına alıyor, Fransa’yı yıldırıyor, tüm dünyayı ezmek istiyorsunuz ve kimsenin sizden hesap soramayacağını sanıyorsunuz. Fakat açıkça söylüyorum: biz, bir avuç insan, sizden korkmuyoruz, size savaş ilan ediyoruz ve kitleleri ayaklandırarak bu savaşı sonuna kadar götüreceğiz!” Liebknecht’i dünya proletaryası için unutulmaz bir kişilik haline getiren şey, işte bu yiğitçe kararlılık ve eylemci kahramanlıktır.
Ve Liebknecht’in yanında, dünya proletaryasının, cesarette ondan aşağı kalmayan bir savaşçısı, Rosa Luxemburg vardı. Savaş mevzilerindeki trajik ölümleri, onların adlarını, özel ve kopmaz bir bağla birbirine bağlamıştır. Bundan böyle, adları daima birlikte anılacaktır: Karl ve Rosa, Liebknecht ve Luxemburg!
Azizlere ve onların ölümsüzlüğüne dair efsanelerin temelinin nereye dayandığını biliyor musunuz? İnsanların, başlarında bulunan ve kendilerine şu ya da bu şekilde yol göstermiş olan kişilerin anısını yaşatma isteğine ve liderlerin kişiliklerini azizlik halesiyle ölümsüzleştirme çabasına. Yoldaşlar, biz, efsanelere ve kahramanlarımızı azizlere dönüştürmeye gerek duymayız. İçinde yaşadığımız gerçeklik bize yeter; çünkü bu gerçekliğin kendisi destansıdır. Bu gerçeklik kitlelerin ve liderlerinin ruhunda mucizevi güçler uyandırmakta, tüm insanlığın üzerinde anıt gibi yükselen olağanüstü kişilikleri yaratmaktadır.
Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, bu ölümsüz kişiliklerdendir. Onların şu anda bizimle olduğunu, şaşırtıcı, adeta fiziksel bir yakınlıkla hissediyoruz. Bu trajik anda, onların ölüm haberini acıyla ve yasla karşılayan, Almanya’nın ve tüm dünyanın en iyi işçileriyle aynı ruh halini paylaşıyoruz. Bu darbenin şiddetini ve keskinliğini, Alman kardeşlerimizle aynı ölçüde hissediyoruz. Biz, tüm mücadelelerimizde olduğu kadar, acılarımızda ve üzüntülerimizde de enternasyonalistiz.
Bizim için Liebknecht, sadece bir Alman lider; Rosa Luxemburg da sadece Alman işçilerine önderlik eden bir Polonyalı sosyalist değildir. Hayır, onlar tüm dünya proletaryasının yakınlarıdır ve hepimiz, onlara kopmaz manevi bağlarla bağlıyız. Onlar son nefeslerine kadar, herhangi bir ulusa değil, Enternasyonal’e ait oldular.
Emekçi Rus kadın ve erkeklerine, Liebknecht ve Luxemburg’un, devrimci Rus proletaryasına, hem de onların en zor zamanlarında, çok yakın davrandıklarını söylemek gerekir. Liebknecht’in evi, Rus sürgünlerin Berlin’deki karargâhıydı. Alman egemenlerin Rus gericiliğine verdiği desteği protesto etmek için Alman parlamentosunda ve basınında sesimizi duyurmamız gerektiğinde, herkesten önce Karl Liebknecht’e başvururduk ve o da tüm kapılara ve aralarında Scheidemann ve Ebert’inki de olmak üzere tüm kafalara vurarak, onları Alman hükümetinin suçlarına karşı çıkmaya zorlardı. Herhangi bir yoldaşımız maddi desteğe ihtiyaç duyduğunda da daima Liebknecht’e başvururduk. Liebknecht Rus devriminin Kızıl Haçı gibiydi.
Alman Sosyal-Demokratlarının Jena’da yaptıkları, az önce sözünü ettiğim ve konuk olarak katıldığım kongrede, Liebknecht’in girişimiyle, kongre başkanlık kurulu bir konuşma yapmamı istedi. Çarlık hükümetinin Finlandiya’da uyguladığı şiddeti ve gaddarlığı suçlayan ve yine Liebknecht tarafından sunulmuş olan bir karar tasarısı hakkında konuşacaktım. Liebknecht kendi konuşmasını, olguları ve istatistikleri bir araya getirerek ve Çarlık Rusya’sı ile Finlandiya arasındaki geleneksel ilişkilerin ayrıntıları hakkında bana sorular sorarak, büyük bir özenle hazırlamıştı. Fakat sorun kürsüye taşınamadan (ben Liebknecht’ten sonra konuşacaktım), Stolypin’in Kiev’de öldürüldüğünü bildiren bir telgraf geldi. Bu telgraf, kongrede büyük bir etki yarattı. Partinin liderleri arasında ortaya çıkan ilk sorun şuydu: Rusya başbakanı, bir Rus devrimci tarafından öldürülmüşken, başka bir Rus devrimcisinin bir Alman kongresinde konuşması uygun olur muydu? Bu düşünce Bebel’i bile ele geçirmişti: diğer Merkez Komitesi üyelerinden üç baş yukarda duran bu yaşlı adam, “gereksiz” bir karışıklığın çıkmasını istemiyordu. Beni bir kenara çekti ve bir dizi soru yöneltti: “Bu cinayet ne anlama geliyor? Sorumlusu hangi partidir? Bu koşullarda konuşma yapmamın Alman polisinin dikkatini çekeceğini düşünmüyor muydum?” Bu yaşlı adama, onu kırmamak için özen göstererek, “Benim konuşmamın bazı sorunlar doğurabileceğinden mi çekiniyorsunuz?” diye sordum. “Evet” dedi Bebel “itiraf edeyim ki, konuşmamanızı tercih ederim.” “Elbette” diye yanıt verdim, “bu durumda, konuşmam söz konusu olamaz.” Bu şekilde ayrıldık.
Bir dakika sonra, Liebknecht, sözcüğün tam anlamıyla koşarak yanıma geldi. Tarifsiz ölçüde heyecanlıydı. “Konuşmamanızı istedikleri doğru mu?” diye sordu. “Evet” dedim, “bu konuyu Bebel’le az önce hallettik.” “Yani kabul ettiniz.” “Nasıl reddedebilirdim,” diye yanıt verdim gerekçemi ortaya koyarak, “biliyorsunuz ki, ben burada ev sahibi değil konuğum.” “Başkanlık kurulumuzun bu davranışı tam bir rezalet, iğrenç, eşi görülmemiş bir skandal, sefil bir korkaklık!” vb., vb. Liebknecht öfkesini, Çar hazretlerini incitecek türden “gereksiz” sorunlar yaratmamasını ısrarla isteyen başkanlık kurulunun kuliste yaptığı uyarıları hiçe sayarak, Çarlık hükümetine acımasızca saldırdığı konuşmasında dışa vurdu.
Rosa Luxemburg, gençlik yıllarından beri, Polonya Sosyalist Partisinin “Lewica” (sol-kanat -çn.) olarak anılan devrimci kesimi ile birleşerek şimdilerde Komünist Partiyi kurmuş olan Polonyalı Sosyal-Demokratların lideriydi. Rusçayı güzel konuşabiliyor, Rus edebiyatını derinlemesine biliyor, Rus politik yaşamını günü gününe izliyor, Rus devrimcileriyle yakın bir ilişki içinde bulunuyor ve Rus proletaryasının devrimci adımlarını Alman basınında özenli bir biçimde açıklıyordu. Rosa Luxemburg kendine has yeteneğiyle, ikinci vatanı olan Almanya’da, sadece Alman dilinde değil, Alman politik yaşamının tam bir kavranışında da mükemmel bir ustalığa ulaşmıştı ve eski Bebelci Sosyal-Demokrat partide önemli bir konumdaydı. Orada daima aşırı sol kanatta yer almıştı.
1905’te, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, sözcüğün gerçek anlamıyla Rus devriminin içinde yaşamışlardı. 1905’te Rosa Luxemburg, bir Polonyalı olarak değil, bir devrimci olarak, Varşova’ya gitmek üzere Berlin’den ayrıldı. Varşova kalesinden kefaletle salıverildiği 1906 yılında illegal olarak Petrograd’a geldi ve takma bir isimle hapisteki arkadaşlarını ziyaret etti. Berlin’e döndüğünde oportünizme karşı mücadelesini Rus devriminin yol ve yöntemlerini kullanarak iki katına çıkardı.
İşçi sınıfının üzerine çöken felâketlerin en büyüğünü, Rosa’yla birlikte yaşadık. İkinci Enternasyonal’in Ağustos 1914’teki utanç verici iflasından söz ediyorum. Üçüncü Enternasyonal’in bayrağını yine Rosa’yla birlikte açtık. Ve şimdi yoldaşlar, gün be gün yürüttüğümüz çalışmayla, her an Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un emirlerini izliyoruz. Eğer burada, hâlâ aç ve donmuş durumdaki Petrograd’da, sosyalist devletin büyük binasını inşa ediyorsak, Liebknecht ve Luxemburg’un ruhuyla davrandığımız içindir. Kızıl Ordumuz cephede ilerliyorsa, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un emirlerini kanla savunduğu içindir. Ordumuzun onları da savunamamış olması ne kadar acı!
İktidar orada hâlâ düşmanlarımızın elinde olduğundan, Almanya’da Kızıl Ordu yok. Bizse, büyüyen ve giderek güçlenen bir orduya sahibiz. Alman proletaryasının ordusunun saflarını Karl ve Rosa’nın kızıl bayrağı altında toplayacağı günlerin öngörüsüyle; Kızıl Ordumuzun dikkatini, Liebknecht ve Luxemburg’un kim olduklarına, ne uğruna öldüklerine ve onların anılarının her Kızıl asker için, her işçi ve köylü için niçin kutsal olarak kalması gerektiğine çekmeyi görevimiz addedeceğiz.
Çok ağır bir darbe yedik. Fakat yine de, gelecekten sadece umutlu değil eminiz. Bugün Almanya’da gerici bir dalga yükseliyor olmasına rağmen, kızıl Ekimin orada da yakın olduğuna inancımızı bir an bile kaybetmiyoruz. Bu büyük savaşçılar boşuna ölmediler. Ölümlerinin intikamı alınacak. Onların ruhları, haklarını alacak. Aziz ruhlarına seslenerek diyebiliriz ki: “Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, sizler artık yaşamıyorsunuz, fakat aramızdasınız; güçlü varlığınızı hissediyoruz; sizin açtığınız bayrağın altında savaşmaya devam edeceğiz; mücadele saflarımızı sizin manevi heybetiniz kaplayacak! Dostumuz ve silah arkadaşımız Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht! Gün gelir ve devrim bunu gerektirirse, sizin canınızı verdiğiniz aynı bayrak altında, gözümüzü kırpmadan öleceğimize her birimiz söz veriyoruz!”
Ocak 1919
[Kaynak: Leon Trotsky, Political Profiles, New Park Publications, s.129-142]
link: Lev Troçki, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, Ocak 1919, https://marksist.net/node/1693
Chavez’in Referandum Yenilgisi