Rejim muhalif toplumsal kesimlerin harekete geçmesinden ölesiye korkuyor. Bu nedenle tüm baskı ve zor aygıtları devreye sokuluyor. Toplum zapturapt altına alınıyor. Baskı ve yasakların, işkence ve saldırıların ardı arkası kesilmiyor. Kitleler alıklaştırılmaya, korkutulmaya, sindirilmeye çalışılıyor. Faşist rejim her yol ve araçla karanlığını toplumun üzerine salıyor. Emekçi kitleler faşizmin karanlığı altında soluksuz bırakılıyor.
Dışarıda böylesi boğucu bir hava hâkimken, içeride, cezaevlerinde neler yaşandığını tahmin etmek zor değil. Tahminlerin ötesinde, ceberut devlet geleneğinin kendine muhalif olanlara zindanlarda neler yaşattığını gayet iyi biliyoruz. 12 Eylül’ün karanlık hücrelerini, 12 Eylül faşizminin Auschwitz’i[*] olarak adlandırılan Diyarbakır Cezaevinde yaşananları, Ulucanları, Mamak Cezaevini ve egemen sınıfın işkence tezgâhlarında yaratılan nice acıyı unutmadık, unutmayız. İşçi sınıfının mücadele çanları burjuva düzen için çalmaya başlayınca hepsinin hesabını tek tek soracağımızdan da zerre şüphe duymuyoruz.
Tarihin bu karanlık kesiti AKP’nin devletçi statükocu kesimlerle ittifakıyla birlikte kurduğu sivil faşist rejimle bugün yeniden hortlatılıyor. Faşist rejim hem içeride hem dışarıda topyekûn bir saldırı ve imha süreci başlatmış durumda. Canan Kaftancıoğlu hakkında verilen karar ile Gezi davasında yaşananlar bu sürecin parçasıdır. Son dönemlerde zindanlardan gelen acı haberler ile cezaevleriyle ilgili paylaşılan bilgi ve belgeler ise saldırı ve imha sürecinin içeride çok daha karanlık bir evreye taşındığını gösteriyor. Geçtiğimiz ay Silivri Cezaevinde yaşananları hatırlayalım. Silivri Cezaevinde pek çok insan gardiyanların işkenceli saldırısı sonucu hastanelik oldu ve bir mahpus hayatını kaybetti. İddialara göre 60 gardiyan girdikleri koğuşlarda mahpuslara işkence yaptı. Mahpusları tehdit edip kendilerini öldürmelerini istedi. İşkence sonucu hayatını kaybeden mahpus Ferhan Yılmaz’ın yoğun bakım görüntüleri görenleri dehşete düşürdü. Cezaevi müdürlüğü Yılmaz’ın kalp krizi sonucu öldüğünü söylese de Ferhan Yılmaz’ın ağabeyi Hikmet Yılmaz basına verdiği bilgilerde bunun böyle olmadığını dile getiriyor: “Bize kalp krizi dediler. Cenazesini yıkarken gördük, sanki boynuna çamaşır ipiyle asılmış gibi iz var, her iki gözü patlamış, gözlerinden kan geliyor, burnu sanki tamamen kırılmış pamuklarla doldurulmuş, göğüs kısmında büyük bir şişkinlik ve morluk var, sanki ağaç saplanmış gibi. Üst dudağı neredeyse bir avuç kadar şişmişti. Sağ ayak kısmı dikişliydi. Ne gıda zehirlenmesidir ne de kalp krizidir. Açık ve net kendini gösteriyor ki 90’lı yıllarda Diyarbakır Cezaevinde yapılan Silivri’de kardeşime yapılmıştır.”
Silivri Cezaevinde yaşananlar münferit olaylar değildir ve ilk kez yaşanmıyor. Daha önce Vedat Erkmen’in, Garibe Gezer’in başına gelenlerle Silivri’de olanlar arasında büyük benzerlikler vardır. Kandıra 1 No’lu F Tipi Kapalı Cezaevinde tutulan Garibe Gezer, hapishanede gardiyanların kendisine cinsel saldırıda bulunduğunu ve sistematik olarak işkence yaptığını açıklayınca, ailesi ile görüşmesi engellenmiş ve süngerli oda denilen işkence odasına konulmuştu. Avukatların açıklamalarına, HDP’li vekillerin Meclise verdikleri önergelere rağmen hiçbir yasal işlem başlatılmamıştı. Ve nihayetinde hapishane yönetimi 9 Aralık 2021 gecesi, Garibe Gezer’in hücresinde intihar ettiğini açıklamıştı. Avukatların otopsiye girmesine de izin verilmemişti.
Türkiye’deki cezaevlerinde bu şekilde binlerce işkence ve intihar vakıası gerçekleşiyor. Özellikle son dönemde gardiyanların mahpusları “neden intihar etmiyorsunuz” diyerek intihara ittikleri pek çok cezaevinden gelen haberlere yansıyor. İntihara yönlendirme politikası cezaevlerinde bilinçli ve sistematik bir şekilde uygulanıyor. Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) Cezaevleri Komisyonunun hazırladığı raporda, işkencenin biçim değiştirdiği vurgulanarak cezaevlerindeki bu uygulamalar şu şekilde aktarılıyor: “30-40 yıl önceki zihniyet bugün de ortaya çıkmış ve hortlamış görünüyor. Beslemeyelim gerekirse öldürmeye yönlendirelim diyorlar. Kişiler doğrudan, bilerek isteyerek ölüme yönlendiriliyor. Gardiyanlar, cezaevine ve koğuşa sokulması yasak olan ip, jilet ya da kesici delici aletleri yanlarında tutuyorlar ve «intihar etmek istiyorsanız ip orada, jilet orada, ne duruyorsunuz» diyorlar. Hapishanede insanlara hem sistematik şiddet uyguluyor hem de göz göre göre ölüme sürüklüyorlar. Bu Kandıra’da, Tekirdağ’da, Silivri’de de böyle. Yeni form bu şu an!”
İnsan Hakları Derneğinin (İHD) çeşitli bölgelerde hazırladığı cezaevi raporları da benzer bulgular içeriyor. İHD Ankara Şubesinin hazırladığı raporda sadece son üç ayda hak ihlali için 86 kişinin başvuru yaptığı görülüyor. Raporda 2022 yılının ilk üç ayında çeşitli cezaevlerinde en az 17 mahpusun yaşamını yitirdiği aktarılıyor. Buna göre 11 mahpus ağır hastalıkları nedeniyle, 5 mahpus şüpheli şekilde, 1 mahpus ise intihar ederek yaşamını yitirdi. İHD İstanbul Şubesinin hazırladığı raporda ise toplam 21 hapishaneden 186 başvuru yapıldığı ifade ediliyor. Dördü yaşam hakkı ihlali olmak üzere toplam ihlal sayısının 3608 olduğu belirtilirken, başvuruların büyük bir kısmının politik mahpuslardan geldiği vurgulanıyor. İHD’nin diğer şubeleri tarafından hazırlanan başka raporlarda da benzer veriler yer alıyor. Ülkenin her tarafında cezaevlerinde benzer ihlaller ve intiharlar yaşanıyor. Raporlarda mahpusların aktardıkları okunduğunda 12 Eylül döneminde uygulanan işkence yöntemlerinin bugün de katmerli bir şekilde uygulandığı anlaşılıyor.
Dahası rejim cezaevleri yoluyla açıktan fiziksel tasfiyeye girişmektedir. Genel olarak konuya ilişkin hazırlanan raporlar ve medyaya yansıyan haberler ortak bir noktada birleşiyor. Faşist rejim ülkeyi bir açık cezaevine dönüştürdüğü gibi, on binlerce mahpusa savaş açmış durumda. Bu savaşta rejimin sıklıkla uyguladığı politikalar intihara yönlendirmek ve mahpusların hastalığını bir işkence mekanizmasına dönüştürmektir. Rejimin asıl maksadı başta Kürt siyasal hareketi olmak üzere siyasi muhalifleri fiziksel olarak tasfiye etmektir. Mücadeleci unsurları karanlık bir şekilde katletmelerinin ardından ise hep aynı tiyatro sergilenmektedir. Öncelikle Adli Tıp Kurumu devreye girerek sahte bir otopsi hazırlamakta, ardından cezaevleri yönetimleri ölümlerin gerçek nedenini sağlık sorunları sebebiyle diyerek gizlemeye çalışmaktadır. Göz göre göre gerçekleştirilen bu imha sürecinin ardından elbette hiçbir etkin soruşturma yapılmıyor.
Konuyla ilgili çeşitli açıklamalarda bulunan HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, Meclis Araştırma ve İnceleme Komisyonunun hiçbir başvuruyu dikkate almadığını söylüyor. TBMM İnsan Hakları Komisyonu başkanıyla hiçbir şekilde görüşemediğini, iktidarın bu gerçekleri gizlemeye çalıştığını belirtiyor. İşkencenin araştırılması bakımından ilk uluslararası tüzük olan İstanbul Protokolünün de ihlal edildiğini vurgulayan Gergerlioğlu, iktidarın fiili bir durum yaratarak cezaevlerini hem uluslararası hukuktan hem de yerel hukuktan bağımsız olarak yönettiğine dikkat çekiyor. İktidarın cezaevlerindeki kabarık sicili uluslararası raporlara da yansıyor. Uluslararası Af Örgütünün cezaevlerine ilişkin tüm değerlendirmelerinde Türkiye en kötü ülkeler arasında ilk 10’da yer alıyor. “Cezaevlerimizde işkenceye sıfır tolerans tanıyoruz” diye yalan söyleyen Adalet Bakanı Bozdağ’ın açıklamalarının ardından yayınlanan Avrupa Konseyi Raporu da bunu gösteriyor. Araştırmaya göre hapishane yoğunluğu açısından %89,3 oranındaki bir artışla Türkiye rekorlar kırıyor! 2016 yılından beri Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesinin hazırladığı raporlar ise tam 6 yıldır açıklanmıyor. Rejim böylece cezaevlerinde yaşananları gizlemeye çalışıyor. Ancak hem yerel hem de uluslararası kuruluşların hazırladığı raporlar cezaevlerinde tarihin en karanlık dönemlerinden birinin yaşandığını açıkça ortaya seriyor.
Elbette tüm bunlar bir anda olmadı. Faşizmin kurumsallaşması sürecinde burjuva devletin pek çok aygıtı gibi cezaevleri de rejimin hedefleri doğrultusunda şekillendirildi. Rejim evvela ceza infaz yasası ve cezaevleri yönetmeliğinde önemli değişiklikler yaptı. Böylece cezaevleri müdürlüklerine ve gardiyanlara özellikle siyasi mahpuslara ilişkin konularda olağanüstü yetkiler tanındı. Burada 15 Temmuz sonrası yaşanan faşist kadrolaşma sürecini de hatırlatmak gerek. Zira cezaevi müdüründen gardiyanına, revirdeki doktorundan askerine cezaevleri tepeden tırnağa AKP-MHP faşist ittifakının kadrolarıyla dolduruldu. MİT elemanları ile JİTEM kadrolarının özellikle Kürt siyasetçilerin ve muhaliflerin kaldığı cezaevlerinde konuşlanıp cezaevi yönetimlerine işkence ve şiddet eğitimleri vermesi de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Bilimsel bir kılığa bürünmüş Adli Tıp Kurumunun bu süreçte oynadığı rol de dikkat çekicidir. Daha önce de çelişkili ve sahte raporlarla sık sık gündeme gelen ATK, halihazırda rejimin tam teçhizatlı bir zor ve manipülasyon aygıtına dönüşmüştür. Durumları her geçen gün daha da kritik hale gelen binlerce hasta mahpusun yaşadığı zulüm ile intihara yönlendirme politikalarının bu denli genişletilmesinde ve sistematik hale gelmesinde burjuva devletin bu kurumu başlıca faillerdendir. ATK’nın verdiği raporlar ne tıp etiğine ne de burjuva hukukunun olağan normlarına uymaktadır. Son dönemde cezaevlerine ilişkin hazırladığı raporların hiçbirisi üniversite hastanelerinin aynı konuda hazırladığı raporlarla uyuşmamaktadır. ATK, faşizmin içeride ve dışarıda yürüttüğü tasfiye politikasının azılı bir uygulayıcısı konumundadır.
Sonuç olarak faşizm koşullarında cezaevleri başta siyasi mahkûmlar olmak üzere mahpuslar için kabristanlara dönüştürülmüş durumda. Rejimin nefreti ve tahammülsüzlüğü öylesine artmış durumda ki muhaliflerin zindanlara tıkılması bile rejimi doyurmamaktadır. Mücadeleci unsurların fiziksel imhası, 12 Eylül işkence tezgâhlarının yeniden kurulması, paramiliter-faşist kadroların cezaevlerinin yönetimine yerleştirilmesi... Tüm bunlar rejimin önümüzdeki süreçte saldırı ve provokasyonlara hız vereceğinin göstergesidir. Başta da belirttiğimiz gibi, cezaevlerindeki durum katiyen dışarıdaki atmosferden bağımsız değildir. İçerinin kaderi dışarıda sınıf mücadelesinin seyrine bağlıdır. Bunun için ise emek cephesini örgütlemenin ne denli hayati bir öneme sahip olduğu bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Emek cephesini örgütlemek için çalışmaya devam etmek, rejimin toplumsal muhalefete karşı giriştiği topyekûn saldırıları püskürtmenin yanı sıra cezaevlerinde yaratılan karanlığı delmenin de yegâne yoludur.
[*] Bkz. Selim Fuat, Diyarbakır Cezaevi: 12 Eylül’ün Auschwitz’i (Eylül 2007), marksist.com
link: Can Aytekin, Faşizmin Zindanlarında Mahpus Olmak, 22 Mayıs 2022, https://marksist.net/node/7647
Rejimin Dayattığı İtaatkârlığı Kabul Etmiyoruz
Elon Musk Neyi Temsil Ediyor?