Emperyalist savaşın yeni cephelerinin alev alıp halkları acı ve gözyaşına boğduğu ve emperyalist güçlerin çeşitli araçlar üzerinden karşılıklı olarak birbirine diş gösterdiği bir süreçte, Kıbrıs sorununu “çözme” görüşmeleri yeniden başladı. Dünya ekonomik krizinin gün geçtikçe derinleştiği ve emperyalist savaşın genişlediği böylesi bir konjonktürde, Kıbrıs sorununun ne yönde çözüleceğini bekleyip göreceğiz. Ancak içinden geçmekte olduğumuz dönemin barış rüzgârları estirmediğini vurgulamak gerekiyor.
Yürüyen emperyalist savaş sürecinin bir parçası olarak, Kosova’nın bağımsızlığının Amerikalı ve Avrupalı emperyalistler tarafından, Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığının da Rusya tarafından tanınması, TC’nin uluslararası arenada elini rahatlatmış ve “bağımsız KKTC”nin tanınması yönündeki heveslerini kamçılamıştır. KKTC’nin tanınmasına emsal teşkil edebileceğinden ötürü, Güney Kıbrıs, Kosova’nın bağımsızlığına direnmiş ve tanımamıştır. Rum egemenlerin Kıbrıs sorununda “çözüm”ü dillendirmesinin bir nedeni kitlelerin bu doğrultuda yaptığı baskıysa, öteki nedeni de, ortaya çıkan bu yeni durumdur. Dolayısıyla da Rum lider Hristofyas ile Türk lider Talat’ın görüşmelerinin akıbetinin ne olabileceğini, uluslararası ölçekte yaşanan değişimin içine oturtarak anlamak gerekiyor.
Bilindiği üzere, Annan Planı[1] olarak adlandırılan Birleşmiş Milletler planı, uzun pazarlıklardan sonra, 24 Nisan 2004’te referanduma sunulmuş, Türk kesimi “Evet” demesine karşın, Rum tarafı “Hayır” dediği için reddedilmişti. Böylece 1974’ten beri süregelen görüşmelerin önemli bir dönemeç noktasına gelişinin ifadesi olan Annan Planının çöpe atılmasıyla, Kıbrıs sorunu burjuva çerçevede dahi bir çözüme kavuşturulamamıştır. Buna mukabil, son dört yıllık süre zarfında gerek Kıbrıs’ta gerekse yukarıda işaret edildiği gibi uluslararası siyasal konjonktürde önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Tam da bu değişimin bir sonucu olarak, Kıbrıs sorununun burjuva düzen sınırları içinde çözülmesi Annan Planı günlerine göre daha zorlaşmış durumdadır.
Eski “yoldaşlar” işbaşında ama…
Türk kesiminde Annan Planına “Evet” diyen cephenin başını çeken Cumhuriyetçi Türk Partisi lideri Mehmet Ali Talat, halk kitlelerinin değişim arzusunun bir sonucu olarak, “Denktaş Krallığı”na son verip Nisan 2005’te cumhurbaşkanı seçildi. Türkiye’nin AB süreciyle örtüştüğü için AKP hükümeti de statükocu-devletçi Denktaş’a karşı liberal Talat’ı desteklemiş ve Kıbrıs’ta yaşanan bu değişim, “çözüm” bekleyen halk kitlelerinde yeni bir umut yaratmıştı. Hiç kuşku yok ki, bir “sömürge valisi” gibi hareket eden Denktaş’ın tahtından edilmesi, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki boyunduruğunu istemeyen kitlelerin isyanının sonucuydu. O dönem, Kıbrıs Türk halkının geniş kesimlerinin pankartlarına ve sloganlarına yansıyan şu sözler bu isyanı apaçık anlatmaktaydı: “Ankara, paranı da, paketini de, memurlarını da istemiyoruz… Köle olmak istemiyoruz!”
Lakin 2004’ten bu yana geçen süre zarfında Kıbrıs sorununun çözülmesi doğrultusunda herhangi bir adım atılmadı. Ancak 2008 Şubatında AKEL lideri Hristofyas’ın cumhurbaşkanı seçilmesi ve sorunun çözülmesi yönünde bir tutum takınması, halklar arasında Birleşik Kıbrıs umutlarının yeniden yeşermesine neden oldu. Seçimleri kazandığı akşam Hristofyas, “Kıbrıs sorununu en erken zamanda çözüme kavuşturma” sözü veriyor ve şöyle diyordu: “Ada’da yabancı askerler olmadan, kendi kaderimizi barış içinde çizmemiz gerekiyor.” Burada hemen belirtmek gerekiyor ki, sorunun çözümsüzlüğe sürüklenmesinde sözümona komünist AKEL’in –Emekçi Halkın İlerici Partisi– büyük bir sorumluluğu vardır. Zira işçi-emekçi kitlelerin desteğini alan AKEL, işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarını gözeten bir politika ortaya koymadığı gibi, Annan Planına da milliyetçi bir temelde karşı çıkmıştır.
Önce Talat’ın, bilahare Hristofyas’ın iktidara gelmesi, Kıbrıs sorununun çözülmesini arzulayan Rum ve Türk halkını gerçekten de umutlandırmıştır. Zira CTP’yi kuran kadrolar 1970’lerin başına kadar AKEL’in içinde yer almaktaydılar ve AKEL, yasaklanan Kıbrıs Komünist Partisinin 1941’de aldığı isimdi. Bu iki parti de 1974’ten beri, bağımsız, iki toplumlu federal bir birleşik Kıbrıs görüşünü savunmaktaydılar. “İki toplumlu, iki bölgeli, toplumların siyasi eşitliğine dayalı, Federal Kıbrıs Cumhuriyeti” görüşü halen CTP’nin programının en temel maddesi konumundadır. Talat ve Hristofyas’ı işçi-emekçi kitlelerin desteklemesinin en temel nedeni, ikisinin de değişimden, sorunun çözümünden ve birleşik bağımsız Kıbrıs’tan yana olduklarını ileri sürmeleriydi. Ne var ki, birbirlerine “yoldaş” demeyi pek seven Talat ile Hristofyas, 3 Eylülde başlayan görüşmelerde farklı telden çalmaya başladılar. Talat ve Hristofyas’ın “komünist yoldaşlar” değil, burjuvazinin temsilcileri oldukları yeterince açıktır. Başlayan görüşmelerde Kıbrıslı Rum ve Türk işçi-emekçi kitlelerin değil, iki tarafın egemenlerinin çıkarları güdülmektedir.
Hristofyas’ın siyasi manevrasının eksenini, garantör ülkelere gerek olmadığı, adanın kendi kaderini kendisinin tayin etmesi ve yabancı güçlerin askerlerini adadan çekmesi gerektiği görüşü oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra Hristofyas, iki toplumlu ve iki bölgeli federal bir Kıbrıs’ı savunmaktadır. Ancak Hristofyas’ın ya da onun nezdinde Rum burjuvazisinin “garantörler olmasın, yabancı askerler adayı terk etsin, kendi kaderimizi kendimiz çizelim” tezini ileri sürmesinin nedeni başkadır. Hristofyas’a göre Kıbrıs zaten AB’nin bir parçasıdır ve bundan ötürüdür ki, garantörlere ve yabancı askerlere gerek yoktur. Türkiye’nin ya da Yunanistan’ın, AB’nin bir parçası olan Kıbrıs’ta asker bulundurması doğru olmaz; en büyük garantör AB’nin kendisidir ve herhangi bir sorun oluştuğunda, anlaşmaya konacak hükümler çerçevesinde AB gereken müdahaleyi yapacaktır. İşte Hristofyas’ın “sorun AB çerçevesinde çözülsün” demesinin sebebi budur. Anlaşılacağı üzere, “bağımsızlıkçı” postuna bürünen Hristofyas’ın sözünü ettiği şey, Rum ve Türk halklarının özgürce kendi geleceklerine kendilerinin karar vermesi değildir. Onun üstü kapalı ve diplomatik bir dille ifade ettiği şey, Kıbrıs’ın Türkiye ya da Yunanistan’ın (Yunanistan’ın AB üyesi olduğunu da hatırlatmak gerekiyor) egemenliğinden kurtarılarak daha büyük bir egemen gücün, tümüyle AB emperyalizminin boyunduruğuna sokulmasıdır.
Talat’ın ya da Türk tarafının politikasının ana eksenini ise, Türkiye’nin garantörlüğünün korunması ve her ne pahasına olursa olsun Türk askerinin adada kalması gerektiği savı oluşturmaktadır. “Türkiye’nin desteğinin olmadığı şartlarda yapabileceğimiz fazla bir şey yoktur” diyen Talat, şöyle devam etmektedir: “Kazanımlarımızı, Kıbrıs Türk halkının siyasi eşitliğini, Kıbrıs Türk halkının adadaki varlığının güvenceye bağlanmasını her zaman için temel hedef olarak tespit ettik. Bu temelleri korumaya devam edeceğiz.” Bilindiği gibi, Denktaş’ın çözümsüzlük politikasının mihenk taşını Türk ordusunun adayı terk edemeyeceği oluşturmaktaydı. Elbette yıllarca bir o yandan bir bu yandan çevrilip sahneye sürülen “güvenceye alma” demagojisinin amacı, Türkiye’nin Kıbrıs’taki boyunduruğunu meşrulaştırmaktı. Ve şimdi statükocu Denktaş’ın tezlerini, liberal Talat neredeyse aynen savunuyor. Aşağıdaki sözlerin Denktaş’a değil de Talat’a ait olması ne denmek istendiğini yeterince açık kılıyor: “Türkiye’nin desteği, garantisi olmadan Kıbrıslı Türkler çözümü kabullenmez!” Tüm estirdiği değişim ve çözüm rüzgârlarından sonra Talat bugün statükocu söylemi kullanır hale gelmiştir.
Oysa CTP’nin parti programında şöyle deniyor: “CTP, Kıbrıs Türk toplumunun kendi gelişmesini önleyecek her türlü dış müdahaleye karşıdır. Kıbrıs Türk toplumu ile Türkiye arasındaki ilişkilerde karşılıklı saygıyı gözetirken, Kıbrıs Türk toplumunun iç işlerine müdahale edilmesine karşı mücadele edecektir.” İyi ama Türk askerinin Kıbrıs Türk toplumunun iç işlerine müdahalesini kim ve nasıl engelleyecektir? Dahası Türk ordusunun adada kalması CTP’nin karşı çıktığı “dış müdahale” anlamına gelmiyor mu? Eğer olası bir çözümde Türk ve Yunan askerlerinin adada kalmasına karar verilirse, çok açık ki bu, Kıbrıs’ın boyunduruk altında kalmaya devam etmesi, bu iki ülkenin çıkarları temelinde halkların yeniden karşı karşıya getirilmesi demektir.
Talat’a göre Türk ordusu da Kıbrıs’ta çözümden yanaymış! Bu gülünç açıklamaya ada halkının inanmadığı kesindir. Bugün KKTC denen sözümona bağımsız devletçiğin tüm ipleri TC’nin ve Türk ordusunun elindedir. Ada halkı bilmektedir ki, Kıbrıs’ın kuzeyinde esas söz sahibi olan Lefkoşa’daki cumhurbaşkanlığı sarayı veya parlamento değil, 35 bin askeri emrinde bulunduran Girne’deki Kolordu Komutanlığıdır. Her ne kadar Talat kendini bağımsız bir devletin cumhurbaşkanı olarak görüyorsa da, mevcut yapılanma devam ettiği müddetçe o da bir sömürge valisi olmaya mahkûmdur. Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı resmen ilhak etmemesi, Talat’ı ya da ondan önce Denktaş’ı vali statüsüyle atamamış olması bu gerçeği değiştirmez. Sözümona bağımsız KKTC’nin, Türkiye’nin herhangi bir ilinden pek farkı yoktur: Talat’ın, milletvekillerinin ve söz konusu devletçiğin memurlarının maaşlarını Türkiye ödemektedir ve devlet daireleri Türkiye’nin bir uzantısı konumundadır. İğneden ipliğe her şeyi adaya gönderen Türkiye, ekonomik yaşamı da kontrol etmektedir. 1974’teki işgalden günümüze değin uzanan sürede, Türkiye’den adaya taşınan yaklaşık 50 bin nüfusla kolonileştirmenin eksik ayağı da tamamlanmıştır. İşte Talat’ın çözümden yana dediği ordu, bu durumun uluslararası düzeyde de onaylanmasını istemektedir.
Ordunun çözümden yana olmadığını, Türkiye’nin boyunduruğuna karşı çıkanları nasıl susturduğunu ada halkı senelerdir yaşayarak tecrübe etmiştir. 2001’den sonra yükselen muhalefetin nasıl ezildiğini Talat unutmuş olabilir ama Kıbrıs halkı unutmamıştır. “Bu ülke bizim, onu biz yöneteceğiz” diye gazetelere ilan veren Kıbrıs öğretmenler sendikasının başına gelmeyen kalmamıştır. Sendika baskı altına alınmış, yöneticileri tutuklanmış, sendika büroları dağıtılmış ve “Türk ordusu işgale son vermelidir” diyen öğretmenler görevlerinden alınmışlardır. İlanın verildiği ve muhalif yazıların çıktığı Avrupa gazetesinin yazarları casus oldukları gerekçesiyle tutuklanmış, gazetenin matbaası tahrip edilmiştir.
Kıbrıs Türk halkı yıllardır baskı ve şiddete maruz kalmaktadır. Türk ordusunu eleştirdiği için sol görüşlü gazeteci Kutlu Adalı 1996’da hunharca katledilmiştir. Hatırlatmak gerekiyor ki, o dönemde KKTC Sivil Savunma Teşkilatı Başkanı olan ve Adalı’nın öldürülmesinde parmağı olduğu söylenen korgeneral Galip Mendi ile geçtiğimiz günlerde Ergenekon davasından yatan Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’u TSK adına ziyaret eden Kocaeli Garnizon Komutanı Galip Mendi aynı kişidir.
Kıbrıs sorununda şimdiye dek sürekli TC bürokrasisinin ve genelkurmayının borusu ötmüştür. Bunun dışına çıkıldığı ve bir yarılmanın oluştuğu tek örnek Annan Planına evet denmesidir. Fakat söz konusu plana evet denilmemesi için ordunun nasıl direndiğini, “Sarıkız” ve “Ayışığı” adıyla darbe planlarının yapıldığını ve darbenin eşiğinden dönüldüğünü bugün herkes bilmektedir. Annan Planına Rum kesiminin hayır demesiyle ordu, bir anlığına kaçırdığı ipleri yeniden eline almıştır. Anlaşılacağı üzere, ordu değil, bir zamanlar değişimden, dönüşümden ve çözümden söz eden Talat statükoculuk yönünde bir değişim geçirmiş bulunmaktadır.
Yıllarca iki toplumlu, iki bölgeli federal bir Kıbrıs’tan dem vuran Talat, şimdilerde konfederasyon anlamına gelebilecek şeylerden söz etmektedir. Talat, adına “üç özgürlük” denen, dolaşım, mal-mülk edinme ve yerleşim hakkı konularında da kısıtlamadan yana olduğunu açık etmiş bulunuyor. Türk resmi tezine göre, eğer bu üç özgürlük olursa, zengin güneyli Rumlar kuzeye yatırım ve yerleşme amacıyla geçip yoksul Türklerin topraklarını rahatça satın alacaklar ve Kuzey Kıbrıs’ın nüfus ve mülkiyet yapısını kısa zamanda kendi lehlerine değiştirecekler. Kuşkusuz bu söylemin ve getirilmek istenen yasağın esas nedeni, 1974’te malını mülkünü terk ederek Güney’e geçen 200 bin Rum’un geri dönüşünü engellemektir. Adanın Türk halkını “düşmanlarla çevrili” bir korku tünelinde yaşatmayı içeren bu tezi yıllarca statükocu Denktaş dilinden düşürmedi ve şimdi Talat tekrarlamaktadır. “Rum halkı çözümden yana değil” diyen Talat’a göre “zaman çözümden yana işlemiyor”. Netice itibariyle Türkiye’nin Kıbrıs sorunundaki resmi tezi yeniden egemen siyaset haline gelmiştir.
Kalıcı çözümün yolu nereden geçiyor?
Rum ve Türk işçi-emekçi kitleler birleşik ve bağımsız bir Kıbrıs’tan yana olmalarına karşın, bağımsız sınıf çizgisini egemen kılacak bir örgütlülüğe sahip değiller. Bu nedenle, yabancı güçlerin boyunduruğuna karşı duydukları öfke ve ihtilafın çözülmesi yönünde verdikleri mücadele Talat ve Hristofyas’ı aşamayarak onların burjuva siyasetine kan veriyor. Anlaşılması ve kavranması gerekiyor ki, Kıbrıs’ta bugünkü statükonun devam etmesi de, Türkiye’nin, Yunanistan’ın ve emperyalist güçlerin arzusu doğrultusunda varılacak olası bir çözüm de ada halklarının gerçek çıkarına değildir ve bu çözümler kalıcı olmayacaktır. Burjuva seçenekleri yakından inceleyerek bunu daha net görmek mümkündür:
Birincisi, sürdürülen görüşmeler tıkanır ve adadaki mevcut durum aynen korunursa bu, ada halkı üzerinde Türk, Yunan ve İngiliz boyunduruğunun devam etmesi demektir. İkincisi, yürütülen pazarlıklardan birleşik bir Kıbrıs da doğabilir; ancak bu çözümün Annan Planının ötesine geçmeyeceği açıktır. Ada halkı uzun ve karmaşık sözleşmeler temelinde bölünecek, ülke içerisinde özgürce ve sınırsızca hareket etmesinin önüne geçilecek, yönetim ve güç paylaşımları konusunda sürekli sorunlar çıkacak, emperyalistlerin, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın müdahalesi son bulmayacaktır. Emperyalist savaş sürecinin yaşanmakta olduğu düşünülecek olursa, böylesi bir Kıbrıs’ın yeniden parçalanması muhtemeldir. Şurası çok açıktır ki, Türkiye ve Yunanistan işçi sınıfları Kıbrıs işçi sınıfını da içine alan bir devrimci mücadele yükseltmedikçe Kıbrıs’ın kaderini emperyalist güçler ile Türk ve Yunan burjuvazisi belirleyecektir.
Tarihsel ve güncel deneyimlerle de sabit olmuştur ki, halklar arasındaki düşmanlıklara, dinsel ve mezhepsel ayrımcılığa, kin ve nefrete, acı ve gözyaşına ancak devrimci işçi sınıfı son verebilir. Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs işçi sovyetleri federasyonu, bu topraklardaki halkların yaşadığı trajedilere son verecek, gerçek ve kalıcı bir barışı halklar kendi elleriyle yaratacaklardır. İşçi sınıfı bu yolda, aşağıdaki acil geçişsel talepler için mücadele eder:
- Adadaki İngiliz üsleri kaldırılmalıdır.
- Türk ve Yunan askerleri adadan geri çekilmelidir.
- BM güçleri adayı terk etmeli, sorunun çözümüne ilişkin her türlü dış müdahaleye son verilmelidir.
- Başta adanın idari yapısı olmak üzere, her türlü soruna çözüm üretmek üzere, Kıbrıslı Rum ve Türk işçilerden oluşan ortak komiteler kurulmalı, adanın geleceği hakkında karar alma hakkı bu komitelere Kıbrıs halkına devredilmelidir.
- Adadaki sınırlar kaldırılarak, dolaşım ve yerleşim özgürlüğü sınırsız bir biçimde hayata geçirilmelidir.
- Bütün çalışanlar, örgütlenme alanı tüm adayı kapsayan sendikalar altında örgütlenmeli, yani sendikal birlikleri sağlanmalıdır.
- Kıbrıs’ta iki halk arasında sürekli düşmanlığı kışkırtan tüm faşist ve milliyetçi örgütler dağıtılmalı, yöneticileri cezalandırılmalıdır.
- Ada, mafyanın ve istihbarat örgütlerinin tüm uzantılarından arındırılmalı, bunların finans kaynakları olan kumarhaneler kapatılmalı, tüm bankalar işçi komitelerinin denetimi altında kamulaştırılmalıdır. [2]
[1] bkz. Zeynep Güneş, Kıbrıs’ta “Çözüm” Arayışları, www.marksist.com
[2] Zeynep Güneş, Kıbrıs Sorununa Marksist Yaklaşım, www.marksist.com
link: Utku Kızılok, Kıbrıs Sorunu Çözülüyor mu?, Ekim 2008, marksist.net/node/1911
Boğazlar Savaş Yolu Olurken
Küresel Isınma ve Emperyalist Paylaşım