Avrupa Birliği’nin emperyalist savaş sürecinde belirginleşen çatlakları, dünyayı sarsan ekonomik krizle birlikte daha da genişlemiş buluyor. Kriz dalgaları Amerika’dan Avrupa’ya sıçradığında, başta Birliğin lokomotif gücü Almanya olmak üzere, her kapitalist devlet, “her koyun kendi bacağından asılır” misali, ortaklığı unutarak kendi sermaye gruplarının imdadına koşmuştur. Önce İrlanda, ardından Almanya, Birliğin onayını almadan kendi bankalarındaki mevduatlara tam devlet güvencesi verdiler. Kimi burjuva ideologlar, Avrupa Birliği’nin ortak karar alma süreçlerinin üzerinden atlayan ve kendi sermaye gruplarını kurtarma peşine düşen devletleri ayıplayıp hayıflansalar da hakikat budur.
Devam eden günlerde ise, krize karşı önlem alınması amacıyla Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya bir araya geldiler. Fakat bu toplantıdan Birliği bağlayan ortak bir karar çıkmadı; Almanya, Birlik düzeyinde ortak önlemler alınmasına ve böylece diğer ülke sermayelerinin zararının üstlenilmesine karşı çıkmıştır. Almanya’ya göre her ülke ulusal düzeyde sorumluluk almalıydı! Almanya’nın bu tutumu ve diğer üyelerin kaale alınmayarak sadece dört büyük gücün toplanmış olması, AB’nin gerçek niteliğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Dört emperyalist ülkenin bu tutumları, kendi paçalarını kurtarmaktan ve diğerlerine ise “ne haliniz varsa görün” demekten başka bir anlama gelmemektedir. Nitekim AB şakşakçılığında başı çeken Fransız gazetesi Le Monde “herkes kendi başının çaresine baksın” diye manşet atarken, Le Figaro da “pragmatik olunması” ve “küresel tek bir çözümün bulunacağı hayaline kimsenin kapılmaması” gerektiğini söylemektedir.
Ortak önlem paketi demek, üye tüm ülkelerin kendi güçleri oranında Birliğin ortak fonuna para aktarması ve bunun, zor durumda olan bankalara aktarılması ya da o bankaların kurtarılması demektir. Bu, Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi emperyalist ülkelerin, ortak fona daha fazla para aktarması ve Birliğe üye diğer ülkelerin bankalarının batıklarını da üstlenmesi anlamına geliyor. Ancak bu dört emperyalist güç, ne birbirlerinin ne de diğer zayıf ülkelerin yükünü üstlenmeyi kabul etmişlerdir. Nitekim krize karşı yapılan ikinci AB liderleri zirvesinden de ortak bir önlem paketi çıkmamıştır. Fakat bu toplantıda, her ülkenin kendi bankalarını kurtarmak için aldığı kararlar onaylanmıştır ki, bunun için Birliğin var olması zaten şart değildir. Böylece bugüne kadar oluşturulan AB mekanizmalarının pek de işe yaramadığı ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Bu zirveden çıkan en önemli ve Birliği bağlayıcı karar, 1993’te devreye sokulan Maastricht kriterlerinin esnetilmesidir. Maastricht kriterlerine göre, Birliğe üye ülkelerin bütçe açıklarının GSMH’lerinin %3’ünü geçmemesi gerekiyor. Bu kriterin esnetilme kararıyla birlikte Birliğe üye ülkeler kendi ihtiyaçları doğrultusunda borçlanabilecek ve devlet bütçesinden daha fazla açık verme pahasına batık şirketler kurtarılacaktır.
Siyasi birlik yolunda ilerleyemeyen, ağır darbeler yiyerek çatlayan AB, ekonomik bir birlik olarak da ortak hareket edememiştir. Birlik, emperyalist savaş ve ekonomik kriz fırtınasında su almaya başlamıştır. Oysa dört beş-yıl öncesine kadar burjuva ideologlar, liberaller ve Marksizm soslu sol liberaller AB’yi göklere çıkartıyorlardı. Burjuva ideologlara göre, küreselleşme denen olgu gümrük duvarlarını yıkarak ve sermayenin sınırsızca dolaşımının önünü açarak, daha büyük birliklere doğru ulus-devletleri ortadan kaldırıyordu. Bu noktada özellikle Avrupa Birliği projesi parlatılıyordu. Güya Avrupa Birliği, demokrasinin, özgürlüklerin, barışın, hukukun üstünlüğünün, kalkınmanın ve müreffeh bir yaşamın somutlaşmasıydı! AB projesinin ulus-devletleri ortadan kaldırmaya ve dolayısıyla da ulusal çelişkilere ve çatışmalara kıta düzeyinde son vermeye başladığı önemle vurgulanıyordu. Burjuva ideolojisinin basıncı altında kalan kimi Marksistler ise, bu söyleme, Kautskici bir çizgiyle katılıyorlardı. Ulus-devletin aşıldığını ve emperyalizm ötesi yeni bir dönemin başladığını savlayan ve özünde Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” teorisinin ısıtılıp sahneye sürülmesinden başka bir şey olmayan düşünceler itibar görmekteydi.
Oysa tüm bu söylenenler gerçekliğin çarpıtılmasından başka bir şey değildi, bunu anlamak için kapitalizmin hakikatin duvarına bir kez daha toslamasını beklemek de gerekmiyordu. AB benzeri birliklerin her zaman olanak dâhilinde olduğunu söyleyen Rosa, Lenin ve Troçki gibi devrimci Marksist önderler, bu tip birliklerin ortaya çıkmasından hareketle, “emperyalizm ötesine geçiliyor ve kapitalizm ulus-devlet çelişkisinden kurtuluyor” biçiminde bir değerlendirmenin doğru olmayacağını defalarca vurgulamışlardır. Troçki’nin şu değerlendirmesi AB’nin bugünkü durumuna da ışık tutmaktadır: “Avrupa’nın az çok tam ekonomik birliğinin, kapitalist hükümetler arasındaki bir anlaşma sayesinde yukarıdan gerçekleştirilmesi, bir ütopyadır. Bu yolda, kısmi uzlaşmalar ve yarım tedbirlerin ötesine geçilemez.”[1]
Avrupa Birliği, özünde, Amerika ve Japon emperyalist tekellerine karşı rekabet edebilmek, yeni pazar ve yatırım alanlarına uzanabilmek ve var olan pazarları derinlemesine sömürebilmek için oluşturulmuş bir emperyalist birliktir. Elif Çağlı, sözde imparatorluk teorileriyle Kautskici “ultra-emperyalizm” görüşlerinin ortalığı kapladığı bir dönemde, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum adlı broşüründe AB’nin gerçek niteliğine dikkat çekiyordu: “Emperyalizmin tarihi, diğer rakiplere karşı koyabilmek için çeşitli kapitalist güçler arasında çıkar birliği oluştuğunda, askeri, ekonomik ittifakların, koalisyonların, blokların, kurumların inşa edilebildiğinin örnekleriyle dolu. İşte Avrupa Birliği de böyle bir birliktir. Belirli somut koşulların ve hesapların sonucu oluşturulan bu tür birlikler, şartlar değiştiğinde bozulur; yerine yenileri kurulur. Avrupa Birliği’nin kaderi de kesinlikle bu çerçevede değerlendirilmelidir.”[2]
Avrupa’nın kapitalist temellerde birliğinin sağlanması sorunu çok eskilere dayanmaktadır. Napolyon’dan günümüze değin uzanan çizgide, burjuvazi bir Avrupa Birleşik Devletleri hayaliyle yanıp tutuşmuştur. Ne var ki, farklı sermayeler, farklı ulus-devletler, dolayısıyla da farklı çıkarlar temelinde bölünmüş Avrupa’nın kapitalizm altında bir siyasal birliğe dönüşmesi mümkün olmamıştır ve olamaz da! Sermayenin ekonomik birlik eğilimi ile ulus-devletin varlığı hep tezatlık oluşturur ve sermayenin birlik eğilimi sürekli olarak kapitalist özel mülkiyet ve ulus-devlet engeline çarpar. Bu gerçeğin üzerinden atlayan ve sermayenin uluslararasılaşması sürecine bakarak ulus-devletlerin aşıldığını iddia eden düşünceler, tarihsel ve güncel deneyimler tarafından çürütülmüştür. “Birlik ihtiyacı, sermayenin rakiplere karşı daha güçlü olma ihtirasından kaynaklanıyor, ama böyledir diye de ulus-devletler kendiliğinden yok olmuyor. Ulus-devlet formu sermayenin dünyasal hareketiyle ne denli bağdaşmaz görünürse görünsün, çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki çıkar çatışmaları, hatta aynı üst birlik içinde yer aldıklarında dahi ortadan kalkmamaktadır. Dolayısıyla sermayenin ulus-devlete duyduğu ihtiyaç da son bulmamaktadır.”[3]
Tekelleşmenin ve rekabetin gün geçtikçe daha da üst düzeylere yükseldiği günümüzde, sermayenin ulus-devletlere olan ihtiyacı, azalmamakta, tersine artmaktadır. Yaşanmakta olan ekonomik kriz ve sermayenin kendisini devletin kollarına atması gerçeği, bunun çarpıcı bir göstergesidir. Şurası çok açık ki, kapitalizmin çelişkili doğasına burjuva hükümetlerin iradi kararlarıyla son verilemez. Ekonominin büyüdüğü ve emperyalist hegemonya kavgasının daha düşük tempolarda seyrettiği konjonktürlerde göreli olarak bir yumuşama olur; nitekim AB benzeri birlikler de bu ekonomik büyümenin ve yumuşamanın ürünüdürler. Ancak dünyayı etkisine alan ekonomik buhran ve emperyalist savaş dönemlerinde, o güne kadar sorunsuz yol alır gözüken bu tip birlikler çatırdamaya başlar. Her ülke sermayesi kendini korumak, zararı başkalarına ödetmek, rakiplerini alt etmek üzere ileri atılır. Elif Çağlı’nın vurguladığı üzere “kapitalizmin doğası budur. Emperyalizm dönemini de içermek üzere, ulus-devletler arasındaki rekabet ve çatışmalar olmaksızın kapitalizm var olamaz. Bu gerçek yalnızca dünya genelini değil, özelde Avrupa kıtasını da aynı derecede ilgilendiriyor. Eğer ki rekabetin kızışması nedeniyle artan gerilim iki Avrupa ülkesini karşı karşıya getirirse –örneğin İngiltere ve Almanya’yı–, bu ülkelerin egemen burjuvaları, sosyal-papazların «Avrupa Birliği» doğrultusundaki vaazlarına hiç de kulak asmayacaklar.”[4]
Netice itibariyle, bir ekonomik birlik olarak AB’nin bugünkü düzeyde varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği dahi meçhuldür. Kaldı ki, emperyalist birliklerin ya da ittifakların amacı dünyaya barış, demokrasi ve özgürlük getirmek değildir, onların amacı rakipleri karşısında güçlenmek, pazar ve yatırım alanlarına hâkim olmaktır. Marksizm, Avrupa’nın birliği sorunu gündeme geldiği günden beri bunun kapitalizm altında mümkün olamayacağını söylüyor ve olaylar her seferinde onu doğruluyor. Kapitalizmin içine sürüklendiği kriz ve savaş, Marksizmin tarihsel haklılığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Yalnızca Avrupa’yı değil, tüm dünyayı ulus-devletlerden, üretici güçlerin önünde bir engel teşkil eden özel mülkiyetten, kriz ve savaşlardan ancak işçi devrimleriyle kurulacak işçi iktidarları kurtarabilir. İnsanların sömürülmeden, müreffeh ve barış dolu bir dünyada yaşaması mümkündür ve bunun için mücadele vermek gereklidir. Artık miadını dolduran ve gün geçtikçe daha da çürüyen kapitalizmi ebediyete intikal ettirmenin zamanı geldi de geçiyor!
[1] Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., 2000, s.16
[2] Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, Tarih Bilinci Yay., 2004, s.26
[3] Elif Çağlı, Küreselleşme: Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme, Tarih Bilinci Yay., 2006, s.88
[4] Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, s.41
link: Utku Kızılok, Genişleyen AB Çatlağı ve Marksizmin Tarihsel Haklılığı, Kasım 2008, marksist.net/node/1927
Kürt Halkına Yönelik Baskılara Son!