Emperyalizm ve anti-emperyalist mücadele https://marksist.net/taxonomy/term/246/all tr Emperyalizm nedir? https://marksist.net/emperyalizm_nedir.htm <div class="field field-name-body field-type-text-with-summary field-label-hidden"><div class="field-items"><div class="field-item even"><p>Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Lenin, kapitalizmin serbest rekabet dönemi ile emperyalizm dönemini birbirinden ayırır. Öne çıkardığı hususlar; sanayi sermayesi ile banka sermayesinin kaynaşarak mali-sermayeyi oluşturması ve dev tekellerin ekonomi üzerinde belirleyici bir role ulaşması; ulusal sınırlara artık sığmayan mali-sermayenin sermaye ihracı yoluyla dış pazarlara yani tüm dünyaya yayılması; büyük emperyalist devletlerin dış ticaretinde meta ihracına nazaran sermaye ihracının belirleyici önem kazanması; serbest rekabetin dev tekeller arasındaki rekabete dönüşmesi; dünyanın toprak bakımından paylaşımının tamamlanmış olması ve nüfuz alanları temelinde yeniden-paylaşımın gündemde olması. Tüm bu saptamaların bugün ne ölçüde gerçekliği yansıttığını görmek zor değildir. Emperyalizm aşamasında, kapitalist üretim tarzının bağrındaki tüm çelişkiler en olgun biçime bürünür ve bu çelişkiler kendilerini çok keskin biçimlerde dışa vurmaya başlar. Bu durum emperyalizm çağını, savaşlar, devrimler ve karşı-devrimlerle yüklü bir çağ haline getirir. Emperyalizm, tek kelimeyle, mali-sermayenin egemenlik sistemidir. Demek ki, emperyalizm kapitalist dünya sisteminin bugünkü gelişmişlik düzeyini ifade eder. Bu sistem, tepesinde en güçlü emperyalist devletler olmak üzere, eşitsiz bir temelde karşılıklı bağımlılık içerisinde bulunan ulus-devletlerin oluşturduğu hiyerarşik bir yapıdır.</p></div></div></div> Mon, 30 Jul 2007 19:57:04 +0000 Marksist Tutum 1601 at https://marksist.net Emperyalizm sömürgecilik midir? https://marksist.net/emperyalizm_somurgecilik_midir.htm <div class="field field-name-body field-type-text-with-summary field-label-hidden"><div class="field-items"><div class="field-item even"><p>Hayır! Emperyalizm kavramı güçlü devletlerin sömürgeci dış politikası anlamına gelmeyip, bir bütün olarak kapitalist sistemin 20. yüzyılın başından itibaren girdiği evreyi anlatır. Kapitalizmin geçmişteki sömürgecilik dönemine özgü yayılmacılık eğilimi ile, günümüzde mali sermaye egemenliğine dayanan emperyalist tarzda yayılma eğilimini birbirinden ayırt etmek gerekir. Sömürge, bir ülkenin siyasal ve hukuksal olarak bir başka ülkenin eklentisi haline getirilmesi demektir. Bu durum yalnızca bir sömürü ilişkisini değil, esas ve ayırt edici özelliği bakımından hukuksal-siyasal bir statüyü anlatır. Sömürgecilik, siyasal bağımsızlıktan yoksun kılınmış sömürgelerden oluşan bir sömürge imparatorluğu kurmak anlamına gelir. Kapitalizmin emperyalizm çağı ise en güçlü mali-sermaye gruplarının dünya ölçeğinde oluşturdukları nüfuz alanlarına dayanır. Bu mali-sermaye gruplarının tüm dünyayı sömürmeleri için, çağımızda artık geri ülkeleri mutlaka sömürge statüsünde tutmaları gerekmiyor. Geri ülkeler siyasal bağımsızlıklarını kazanmakla sömürge statüsünden çıkıyorlar. Ama emperyalizm kıskacından çıkmaları yine de mümkün olmuyor, çünkü emperyalizm esas olarak bir siyasal bağımlılık biçimini değil, ekonomik ve mali bağımlılığı anlatır.</p></div></div></div> Mon, 30 Jul 2007 19:56:17 +0000 Marksist Tutum 1600 at https://marksist.net “Emperyalizme göbekten bağımlı olmak” ne demektir? https://marksist.net/emperyalizme_gobekten_bagimli_olmak_ne_demektir.htm <div class="field field-name-body field-type-text-with-summary field-label-hidden"><div class="field-items"><div class="field-item even"><p>Emperyalizm çağında hiçbir ulus-devlet ekonomik ilişkiler bağlamında diğer ulus-devletlerden yalıtık ve bağımsız değildir. Dünya kapitalist sistemine entegre olmayan bir kapitalist ülke yaşayamaz. Bu nedenle siyasal bağımsızlığını kazanmış bir ülkenin, emperyalist metropollerden ekonomik ve mali bakımdan da bağımsızlaşması son tahlilde mümkün değildir. Emperyalizmden tam bağımsızlık diye bir şey, ancak kapitalist ilişkilerin tasfiyesiyle mümkündür. Aslında en güçlü emperyalist ekonomiler bile dünya pazarından ve diğer ülkelerden bağımsız durumda değildirler. Tüm “ulusal” ekonomiler birbirleriyle tek yanlı değil, karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi içerisindedirler. Fakat şüphesiz bu bağımlılığın derecesi eşit değildir, çeşitli ülkeler için farklılıklar barındırır. Bu bakımdan, ekonomisi zayıf olan ve ancak emperyalist ülkelere devasa miktarlarda borçlanarak yaşayan kapitalist ülkelerin durumuyla, güçlü kapitalist ülkelerin durumu ayırdedilebilir; birincilerin ikinciler karşısındaki eşitsiz konumu bazı sıfatlar aracılığıyla da vurgulanabilir. Ancak emperyalist-kapitalist sistem her zaman bu tür bir eşitsizliği üretir ve bu sistemin dışında eşitlik ya da bağımsızlık temelinde işleyen bir kapitalizm olamaz.</p></div></div></div> Mon, 30 Jul 2007 19:55:26 +0000 Marksist Tutum 1599 at https://marksist.net Anti-kapitalist olmadan anti-emperyalist olunabilir mi? https://marksist.net/anti_kapitalist_olmadan_anti_emperyalist_olunabilir_mi.htm <div class="field field-name-body field-type-text-with-summary field-label-hidden"><div class="field-items"><div class="field-item even"><p>Hayır, çünkü kapitalizmden bağımsız bir emperyalizm olamaz. Emperyalizm bir dış politika değil, kapitalist sistemin en üst ve son gelişmişlik düzeyinin adıdır. Anti-kapitalist mücadeleyi içermeyen bir anti-emperyalizm söylemi, ulusalcılığı savunan burjuva ve küçük-burjuva siyasetlerin göz boyamacılığıdır. Emperyalizme karşı mücadeleyi ülke içinde kapitalizme karşı mücadeleyle birleştirmeyen ve böylece emperyalist-kapitalist işleyişe gerçek anlamda cephe almayan bir siyaset, işçi sınıfının devrimci stratejisi açısından anti-emperyalist değildir. İşçi sınıfını yalnızca yabancı kapitalist kuruluşlara karşı öfkelendirip, kendi yerli burjuvalarına daha dostane duygularla donatan siyasal akımlar, işçi mücadelesini zayıflatan etkenlerin başında gelir.</p></div></div></div> Mon, 30 Jul 2007 19:41:05 +0000 Marksist Tutum 1598 at https://marksist.net Türkiye’de “milli mücadele” anti-emperyalist miydi? https://marksist.net/turkiye_de_milli_mucadele_anti_emperyalist_miydi.htm <div class="field field-name-body field-type-text-with-summary field-label-hidden"><div class="field-items"><div class="field-item even"><p>Türkiye’de sol hareketin büyük bölümü bu soruya evet yanıtını verir. Ama gerçek bu değildir. Mustafa Kemal önderliğinde verilen kurtuluş mücadelesi, emperyalist güçlerin işgaline karşı bir mücadeleydi, emperyalist sisteme karşı bir mücadele değil. Bu mücadelenin başarıya ulaşmasıyla, kapitalist üretim ilişkilerinin varoldukları kadarıyla tasfiye edilmesi şöyle dursun, kapitalizmi bizzat devlet eliyle geliştirmek için işçi sınıfı ve emekçiler yoğun bir sömürüye tâbi tutuldular. 30 yıl boyunca burjuva demokrasisinin en temel haklarını bile hiçe sayan bir tek parti diktatörlüğüyle burjuvazi devlet eliyle palazlandırılmaya çalışılırken, işçi sınıfı her türlü haktan yoksun bırakıldı. Sendika kurması, greve çıkması yasaklandı, o günkü Türkiye Komünist Partisi yıllar süren kovuşturmalara tâbi tutuldu. Binlerce komünist işkencelerden geçirildi ve hapislerde çürütüldü. Yüzlercesi katledildi. Kürt halkına karşı bugüne kadar süren bir imha ve inkâr politikasının temelleri o dönemde atıldı. Kürt isyanları on binlerce kişinin katledilmesiyle bastırıldı. Ülkenin temel sorunu olan toprak sorunu devrimci bir tarzda çözülmeden olduğu gibi bırakıldı. Kemalist hareket, ülkenin siyasal bağımsızlığı dışında hiçbir temel sorununa devrimci bir çözüm üretmeyen, güdük, sınırlı ve tepeden bir burjuva devrim gerçekleştirdi. Böylesi bir hareketin değil anti-emperyalist sayılması, burjuva anlamda devrimciliği dahi son derece güdüktür.</p></div></div></div> Mon, 30 Jul 2007 19:40:29 +0000 Marksist Tutum 1597 at https://marksist.net Bir üçüncü dünya savaşı olabilir mi? https://marksist.net/bir_ucuncu_dunya_savasi_olabilir_mi.htm <div class="field field-name-body field-type-text-with-summary field-label-hidden"><div class="field-items"><div class="field-item even"><p>Böyle bir savaşa kalkışacak olanların, yenişebilmek için, ellerinde bulunan muazzam miktardaki yıkım silahlarını (nükleer, kimyasal, biyolojik) kullanmak zorunda kalacakları ve böylece kendileri de dahil tüm gezegenin ortadan kalkmasına yol açacak olmaları nedeniyle bunun olanaksız olduğunu düşünenler var. Bu mantık, böylesine yıkıcı dehşet silahlarını geliştiren akıl ve insanlık dışı bir sistem olan kapitalizme, onun doğasına aykırı bir akıl ve insanlık atfetmektir. Oysa çok daha gerçekçi olan düşünüş tarzı kapitalizmin her türlü çılgınlığı yapabileceğini kabul etmektir. Zira kapitalizm bugüne kadar bunu yeterince kanıtlamıştır. Elbette gezegenin tümüyle berhava olması kapitalistlerin de işine gelecek bir şey değildir. Bu gerçekliğin, dehşet silahlarını elinde bulunduran büyük güçleri dolaysız bir kapışmadan elden geldiğince uzak durmaya ittiği de doğrudur. Ancak böyle bir yıkımın tümüyle ihtimal dışı olduğunu söylemek vahim bir yanılgı olur. Kapitalizme karşı mücadele eden bir siyasal akım ve devrimci işçi sınıfı kapitalizme dair bu tür iyimser hayaller yayan düşüncelere bel bağlayamaz. Bu politik açıdan son derece tehlikelidir. Doğru düşünüş tarzı, çılgın kapitalistleri, böyle bir şeyi yapmalarına fırsat vermeden alaşağı etme perspektifine sahip olmaktır. Öte yandan, büyük güçlerin daha önceki dünya savaşlarında olduğu gibi doğrudan doğruya kapışması anlamında bir üçüncü dünya savaşının oldukça zor bir olasılık olması, genel anlamda bir dünya savaşının da çok uzak bir ihtimal olması anlamına gelmiyor. Aksine büyük güçlerin, toplamı alındığında bir dünya savaşı anlamına gelen ve şiddeti ve yaygınlığı giderek artan bölgesel savaşlar üzerinden kozlarını paylaşmaları son derece mümkündür ve halihazırda olan da budur. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan bölgesel savaşlar asla birbirlerinden yalıtık münferit savaşlar değildir. Bunların hepsi, sahnedekiler kimler olursa olsun, temelde büyük güçlerin kapışmasıdır. Bu sürecin giderek daha keskinleştiği ve daha büyük çaplı kapışmalara doğru ilerlediği şüpheye yer bırakmayacak denli açıktır.</p></div></div></div> Mon, 30 Jul 2007 19:40:06 +0000 Marksist Tutum 1596 at https://marksist.net Büyük devletlere karşı küçük devletlerden yana tavır takınmak doğru mudur? https://marksist.net/buyuk_devletlere_karsi_kucuk_devletlerden_yana_tavir_takinmak_dogru_mudur.htm <div class="field field-name-body field-type-text-with-summary field-label-hidden"><div class="field-items"><div class="field-item even"><p>Marksistlerin savaşa yaklaşım tarzı, tüm burjuva ve küçük-burjuva siyasetlerden farklıdır. Marksistler, savaşları esasen haklı ve haksız savaşlar olarak ikiye ayırırlar. Bu savaşı kimin başlattığından, ilk saldıranın kim olduğundan, savaşan taraflardan hangisinin daha güçlü ya da güçsüz olduğundan vb. hareket ederek soruna yaklaşmazlar. Marksistler açısından haklı savaşlar vardır ve bu tür savaşlarda haklı olanın yanında yer almak, onun kazanması için mücadele etmek gerekir. Çağımızda asıl olarak iki tür haklı savaş bulunmaktadır. Birincisi ve esas olanı, işçi sınıfı ve emekçilerin, sömürücü sınıflara karşı devrimci savaşlarıdır. İkincisi ise, bir başka devlet tarafından sömürge durumda tutulan, ulusal-siyasal bağımsızlık hakkından mahrum bırakılmış ezilen ulusların, kendilerini ezen ve ulusal tahakküm altında tutanlara karşı yürüttükleri savaşlardır. Fakat buradaki “ezilen ulus” kavramının, ancak ve ancak henüz kendi ulus-devletini kuramamış uluslar için geçerli olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Siyasal olarak bağımsızlığına ulaşmış, yani kendi ulus-devletini kurmuş bir ulusun hala “ezilen ulus” olarak nitelenmesi kesinlikle yanlıştır. Çünkü ulusal sorunun çözümlendiği yerde “ezilme” kavramı artık ulusal (yani görünüşte sınıflar üstü) niteliğini yitirir, artık ezme-ezilme ilişkisi çıplak biçimde burjuvaziyle proletarya arasındaki ilişkide ifadesini bulur. Emperyalist hiyerarşide tepede yer alan ülkelerle daha altta yer alan ülkeler arasındaki burjuvaca çekişmelerin, “ezen ülke-ezilen ülke” ayrımı temelinde öne çıkartılması işçi sınıfının mücadelesine büyük zarar verir. Çünkü bu tür siyasi tutumlar, işçi sınıfının dikkatinin sınıf mücadelesinden “ulusal çıkarlar” düzeyine kaydırılması şeklindeki milliyetçi yaklaşımları besler. Bu nedenle, bağımsızlığını kazanmış iki ülke arasındaki savaşta, Marksistler hangisinin daha büyük ya da güçlü oluşuna bağlı olarak karar vermezler. Böylesi bir savaşta taraflardan birinin emperyalist bir devlet olması, diğerinin ise henüz böyle bir düzeye ulaşmamış olması da sorunu değiştirmez. Haksız bir savaşı yürüten kapitalist ülkeler işçileri açısından sorun, “kendi” burjuva hükümetlerinin yenilgisini istemek ve emperyalist savaşı kapitalist sömürü düzenine son verecek bir sınıf savaşına çevirmeyi başarmaktır. Bu nedenle, işçi sınıfının emperyalist savaş çılgınlığına karşı savunacağı hedef pasifist bir “barış” istemi olamaz. Dünyaya barış ancak işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı yürüteceği savaşla gelebilir.</p></div></div></div> Mon, 30 Jul 2007 19:39:38 +0000 Marksist Tutum 1595 at https://marksist.net Amerikan emperyalizmi “kağıttan kaplan” mı? https://marksist.net/amerikan_emperyalizmi_kagittan_kaplan_mi.htm <div class="field field-name-body field-type-text-with-summary field-label-hidden"><div class="field-items"><div class="field-item even"><p>Özellikle, dünyada Stalinizmin egemenliğinin fiilen hüküm sürdüğü dönemlerde “emperyalizm kâğıttan kaplandır” ibaresi pek meşhurdu. Emperyalizmi sömürgeci bir dış politikaya indirgeyen bu yanlış anlayışlar, düşmanı olduğundan daha zayıf göstererek olsa olsa harekete geçirdikleri geniş halk yığınlarını aldatmış oldular. Özellikle Çin devriminden sonra Mao’nun bu deyişi büyük rağbet gördü. Emperyalizm askeri olarak kolayca yenilgiye uğratılabilir görülmekle kalınmadı, emperyalist güçleri şu ya da bu ülkede askeri açıdan yenilgiye uğratmak emperyalizme indirilmiş büyük darbeler olarak yüceltildi. Ardından da bu askeri halk savaşı stratejileri her ülke için geçerli sayıldı. Artık tüm geri ülkeler bu yoldan emperyalizme darbe vurabilecek ve emperyalizm böylelikle kolayca yıkılabilecekti. Ama özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında görüldü ki, sömürge ülkelerin ulusal kurtuluşlarını gerçekleştirmeleri, hiç de emperyalizmin zayıflaması anlamına gelmiyordu. Hatta tersine, 20.yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran ulusal kurtuluş hareketlerine rağmen, emperyalist dünya sistemi tam da aynı dönemde en büyük ekonomik genişleme dönemini yaşadı. Ortadoğu’da olsun ya da diğer bölgelerde olsun, ABD emperyalizminin ve diğer emperyalist güçlerin yayılmacı emellerini bozguna uğratabilecek yegâne güç, işçi sınıfı öncülüğündeki örgütlü devrimci mücadeledir. Ortadoğu’yu ya da dünyanın bir başka bölgesini büyük emperyalist güçler için gerçekten bataklığa dönüştürebilmenin başka bir yolu bulunmuyor.</p></div></div></div> Mon, 30 Jul 2007 19:39:09 +0000 Marksist Tutum 1594 at https://marksist.net Küreselleşme nedir? Var mıdır, yok mudur? https://marksist.net/kuresellesme_nedir_var_midir_yok_mudur.htm <div class="field field-name-body field-type-text-with-summary field-label-hidden"><div class="field-items"><div class="field-item even"><p>Küreselleşme kavramı, içinde hem bir gerçekliği hem de burjuvaların bu kavrama yükledikleri ideolojik anlamı barındırır. Yabancı dildeki kullanımıyla globalleşme nesnel bir eğilimken, globalizm buradan hareketle türetilmiş burjuva ideolojisidir. Türkçede her ikisinin de tek bir küreselleşme kavramıyla ifade edilmesi sorunun farklı yönlerinin kavranmasını güçleştirmektedir. İdeolojik anlamıyla küreselleşme, gerçekte varolan bir eğilimin, dünyanın ekonomik, sosyal ve kültürel olarak artan etkileşimi ve bütünleşmesi eğiliminin, kapitalistler tarafından, kendi çıkarlarına uygun şekilde çarpıtılarak tek yanlı bir ideoloji haline getirilmesidir. Küreselleşme, altında yatan nesnel eğilim itibariyle gerçek, ama onun çarpıtılmış tek yanlı bir resmedilişi olan ve aynı adı taşıyan ideoloji bakımından sahtedir. Onun bu iki yönlü, çelişik niteliği, özellikle solda kafa karışıklığına ve yanlış görüşlere yol açmaktadır. Çoğunlukla rastlanan durum, kapitalistlerin sahte ideolojisine karşı çıkma saikiyle, altta yatan gerçek nesnel eğilimin varlığını inkâr etmektir. Küreselleşme kavramının gerçekliği, temelde ulusal ekonomilerin bütünleşerek bir dünya ekonomisi yaratma eğilimidir. Bir başka ifadeyle bu, uluslararası işbölümünün gelişmesidir. Şüphesiz bu eğilim yeni bir şey değildir ve Marksizmin kurucularının daha o zamanlar işaret ettikleri gibi kapitalizmin erken dönemlerinden itibaren mevcuttur. Ancak bu eğilim kapitalizmin gelişimi içinde giderek derinleşmiş ve farklı biçim ve aşamalardan geçmiştir. Önceleri, dünyayı daha önce görülmemiş genişlik ve hacimde bir ticaret ağıyla birleştirme biçiminde işlerken, 20. yüzyılın başıyla birlikte bunun yanı sıra bir mali sermaye yayılması ortaya çıkmıştır. Kabaca son çeyrek yüzyılda ise, özellikle iletişim ve ulaşım alanlarında devrimsel atılımlara yol açan teknolojik gelişmelerin de itici gücüyle, bizzat üretim sürecinin uluslararasılaşmasında daha önceki dönemlerle kıyaslanmayacak gelişmeler yaşanmıştır. Yani uluslararası işbölümü genel eğilim olarak son yıllarda çok daha fazla yaygınlaşmış ve derinleşmiştir. Bir ürünün vücuda gelmesine katılan ülke sayısı genel olarak geçmişe göre çok daha fazla artmış ve bu ürünlerin yeryüzündeki yaygınlığı da aynı şekilde artmıştır. Tüm bunlar ve uzantısı olan sayısız olgu ve eğilim dünya üzerindeki insanların kaderlerini birbirlerine hiç olmadığı kadar yakından bağlamıştır. Özetle, bugün geçmişe göre çok daha derin ve yaygın bir uluslararası işbölümüne dayanan, karşılıklı etkileşim ve bağımlılığın çok daha fazla artmış olduğu, çok daha entegre bir dünya ekonomisi mevcuttur. Bunun anlamı, dünyanın herhangi bir ucundaki gelişmelerin diğer yerleri etkileme gücünün geçmişe göre olağanüstü ölçüde artmış olmasıdır. İşte küreselleşmenin, ekonomik temel anlamında gerçek olan yönü kabataslak bir anlatımla budur. Öte yandan bu ekonomik temele bağlı olarak baş gösteren başka olgu ve eğilimler de bulunmaktadır. Temeldeki ekonomik entegrasyon eğilimi siyasal ve hukuksal alanda da bir entegrasyonu dayatmaktadır. Bu da ulus-devletleri var eden birtakım özelliklerin altındaki toprağın zayıflamasına yol açmaktadır. Örneğin giderek yaygınlaşan gümrük birlikleriyle ulusal gümrük duvarlarının etkinliğinde genel düzeyde bir azalma gözleniyor. Yine uluslararası hukuki düzenlemelerin ulusal hukuk üzerindeki belirleyiciliğinde gözle görülür bir artış var. Özellikle iktisadi faaliyetlere ilişkin hukuki düzenlemelerde, uluslararası sermayenin yeryüzünde dizginsiz dolaşabilmesi için giderek artan ölçüde bir uluslararası hukuk oluşturulmaya çalışılıyor. Yine bir diğer önemli eğilim de, özellikle iletişim araçlarının muazzam atılımıyla, sosyal planda da ulusal ve yerel içe kapanıklığın ve bu temelde yükselen dar kafalılığın nesnel zemininin daha büyük bir hızla aşınmaya başlamış olmasıdır. İnsanlar artık dünyanın başka yörelerinde başka insanların varlığından, nasıl yaşayıp, neler yaptığından, ne gibi benzerlik ve farklılıkları olduğundan eskiye göre daha fazla haberdarlar, vb. Ancak buraya kadar anlatılanlar madalyonun sadece bir yönünü oluşturuyor. Tüm bu eğilimler hiç de pürüzsüz, sorunsuz ve çelişkisiz işlemiyor. Aksine tam da kapitalizm altında yaşıyor olduğumuz için, temeline baktığımızda olumlu ve ilerici olan bu eğilimler, mantıki sonuçlarına ulaşamıyorlar. Kapitalizmin kendi çelişkilerinden kaynaklanan ters yönde eğilim ve engellerle sakatlanıyor ve insanlık için ilerletici işlevlerini ya yerine getiremiyorlar ya da bunu ancak kısmi ve hatta yer yer zararlı sonuçlara yol açacak şekilde yapıyorlar. Örneğin ekonomik entegrasyon eğilimi, değişik kapitalist kesimlerin zarar gören kısmi çıkarları nedeniyle çeşitli düzeylerde sık sık baltalanıyor. Öncelikle bu entegrasyon eğilimine paralel bir bloklaşma eğilimi görülmekte. Bir taraftan kaldırılan gümrük duvarları, bloklar arası düzlemde güçlendirilmeye çalışılabiliyor. Bir yandan ulus-devletler bazı fonksiyon ve yetkilerini uluslararası kurumlara devrediyormuş gibi görünürken, diğer yandan ulus-devletin toplum üzerindeki baskıcı varlığını güçlendiren yeni baskıcı düzenlemeler getiriliyor. Bir yandan sermayenin, malların ve hizmetlerin serbest dolaşımının önündeki engeller kaldırılırken, diğer yandan insanların dolaşımının önüne görülmemiş engeller çıkarılıyor. Göçmenlere ve mültecilere karşı giderek artan ölçüde baskıcı önlemler getiriliyor. Olağanüstü ölçüde gelişen ve derinleşen uluslararası işbölümü sayesinde ihtiyaçların üretimi giderek daha kolay ve daha az maliyetli hale gelirken, ulaşım ve iletişim sayesinde bunların tüm yeryüzüne ulaşmasının maddi koşulları olağanüstü gelişirken, sefalet ve eşitsizlik giderek artıyor, vb. İşte küreselleşme ideolojisi dediğimiz şey, bu çelişkili sürecin içindeki olumlu eğilimleri kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda tek yanlı olarak abartmakta, olumsuz eğilimleri gözlerden saklamakta ya da türlü yalanlarla inkâr etmekte, böylece kapitalist sistemi yücelten bir resim ortaya koymaktadır. Bu ideolojinin sözcüleri küreselleşmenin tüm dünyaya refah, mutluluk ve barış getireceği yalanını pompalıyorlar. Gerçek şudur ki, refah, mutluluk ve barışın maddi temelleri her geçen gün gerçekten de gelişirken, kapitalizm yüzünden bunlar her geçen gün daha da uzaklaşıyorlar. İşin doğrusu, kapitalizm şişeden çıkardığı cine söz geçirmekten acizdir. İşte bu nedenle, gerçek anlamda bir küreselleşme, yani tüm dünya insanlığının bolluk ve barış içindeki hudutsuz bir birliği ve kardeşliği, tam da kapitalizmin nefesinin yetmeyeceği şeydir. Bunun olması için kapitalizmin ortadan kaldırılması gerekmektedir ve bunu başarabilecek olan tek güç de dünya işçi sınıfıdır.</p></div></div></div> Mon, 30 Jul 2007 19:38:43 +0000 Marksist Tutum 1593 at https://marksist.net Ulus-devlet bitti mi? https://marksist.net/ulus_devlet_bitti_mi.htm <div class="field field-name-body field-type-text-with-summary field-label-hidden"><div class="field-items"><div class="field-item even"><p>Küreselleşmeci ideolojinin (Globalizm) temel yalanlarından biri burada yatmaktadır. Tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi, bu alanda da burjuva ideolojisi olgulara diyalektik bir biçimde bakamaz. Olguların birbirleriyle çelişik yönlerinden biri diğerine nazaran öne çıkartılır. Olgunun diğer yönü tümüyle ihmâl edilir. Bir kez gerçekliğin çelişik karakteri göz ardı edildiğinde, artık tüm nesnel gelişme yönü tek taraflı abartılmaya, süreçler olup bitmiş sonuçlara indirgenmeye başlanır. Eğilimler tek yanlı mutlaklaştırılır. Kapitalizm, dünyanın ekonomik bütünleşme eğilimini daha başından itibaren içinde barındırır. Bu eğilim, emperyalizmin başlangıcı olan 20. yüzyılla birlikte daha belirgin bir görünüm almıştır. Günümüzde artık gerçekten de bir dünya ekonomisinden bahsedebiliyoruz. Bu durum kaçınılmaz olarak siyaset ve hukuk alanı üzerinde de bir baskı oluşturuyor. Bu alanda da bir uluslararasılaşma eğilimi kendisini hissettiriyor. Ancak kapitalizmin dünyayı ekonomik olarak birleştirme eğilimi, dünyayı siyasi olarak da birleştirebileceği anlamına gelmiyor. Burada karşısına ulus-devlet engeli çıkıyor. Tüm burjuva ideologları bu engelin artık aşıldığını söylüyor olsalar da gerçek asla bu değil. Bu engeli kapitalizm aşamaz. Onun temel çelişkilerinden biri budur. Ama çelişki, hareketin kaynağıdır, onun itici gücüdür. İşte tam da bu nedenle, kapitalizm bir yandan ulus-devleti siyasal olarak da aşmaya dönük birtakım kısmi adımlar atmaya çalışıyor, diğer yandan da attığı her adımda tökezleyip kurduğu sözde birliklerin dağılma, parçalanma tehdidiyle yüzyüze geliyor. Biz Marksistler, bu olguyu da, diğer tüm olgular gibi, kendi çelişkisi içerisinde ele almak zorundayız. Her iki eğilim de vardır ve biribiriyle çatışma halindedir. Ve tam da bu çatışmalı yapısı, kapitalizmi gitgide kendi sonuna doğru sürüklüyor. Ama o, hiçbir zaman ulus-devleti ortadan kaldıramayacak. Bu deli gömleğinden insanlığı kapitalizm değil, işçi sınıfının devrimci mücadelesi kurtaracak.</p></div></div></div> Mon, 30 Jul 2007 19:38:13 +0000 Marksist Tutum 1592 at https://marksist.net