Geçtiğimiz haftalarda New Statesman adlı dergiye röportaj veren Francis Fukuyama’nın açıklamaları oldukça yankı uyandırdı. Kapitalist aşırı üretim krizi, işçilerin yoksullaşması ve yetersiz talep konusunda Marx haklıydı diyen Fukuyama, ABD ve İngiltere’de sosyalist solun yükselmesi hakkında ne düşündüğü sorulduğunda ise şöyle yanıt veriyor: “Her şey sosyalizmden ne kast ettiğinize bağlı.” Fukuyama, konuşmasını şöyle sürdürüyor: “Eğer kastınız gelir ve servet eşitsizliğinde ortaya çıkan büyük dengesizliği gidermeye çalışacak yeniden dağıtım programıysa, evet, sadece geri gelebileceğini değil, gelmesi gerektiğini düşünüyorum!”[1] ABD ve Avrupa’da gelir dağılımındaki akıl almaz eşitsizliği bir ölçüde yumuşatacak “sosyal devlet” uygulamaları sosyalizm olarak adlandırılıyor ve Fukuyama gibi burjuva ideologların da yapmak istediği bu çeşit burjuva reform programlarını sosyalizm diye yutturmaktır. Peki, ne oldu da Fukuyama, gelir ve servet eşitsizliğindeki dağılımı giderecek bir programın gerekli olduğu düşüncesine vardı. Fukuyama’ya göre, Reagan ve Thatcher’ın politikalarında en keskin ifadesini bulan serbest piyasanın her şeye kadir olduğu düşüncesi (yani neo-liberalizm), birçok bakımdan tam bir felâkete yol açmış durumda. Fukuyama, sendikaların zayıflatılarak işçi sınıfının pazarlık gücünün kırıldığını, buna karşılık her yerde, tüm zenginliği ve politik gücü elinde toplayarak yükselen oligarşik sınıfın emekçi kitlelere dönük politikalarında aşırıya kaçtığını söylüyor. Böylece Fukuyama’nın asıl derdinin kapitalist düzenin selameti olduğu da açığa çıkmış oluyor. Kapitalizmin bugünkü umumi manzarası, onun ve birçok burjuva ideologunun neden telaşlandıklarını gözler önüne seriyor. Kuşkusuz Fukuyama’nın bu açıklamalarının ilgi görmesi sebepsiz değil. Zira o, dünya burjuvazisinin en meşhur ideologlarından biridir. Sovyetler Birliği’nin çökmesinden hemen sonra, 1992’de yayınladığı Tarihin Sonu ve Son İnsan adlı kitabında o meşhur “tarihin sonu” tezini dile getiriyor ve kapitalizmi ölümsüz ilan ediyordu. Ona göre insanlığın ideolojik evriminin sonuna gelinmiş ve Batı’daki liberal demokrasi insan yönetiminin en son biçimi olarak evrenselleşmişti! Yani sosyalizm çökmüş, sınıflar mücadelesi bitmiş, ideolojilerin nesnel zemini ortadan kalkmıştı! Artık evrenselleşen kapitalist liberal demokrasi, küreselleşen dünyaya barış ve refah getirecekti! Geride bıraktığımız yıllar, Fukuyama ve burjuva ideologların iddia ve beklentilerinin tam aksini kanıtlamak anlamında, kapitalist liberalizmin iflasını tescilledi. Daha 1990’dan başlayarak, Ortadoğu’dan Balkanlar’a yeniden emperyalist paylaşıma konu olan bölgelerde emperyalist güçlerin çeşitli biçimlerde dâhil oldukları çatışma ve savaşlar, gelişip genişleyerek üçüncü dünya savaşına dönüştü. Özellikle 2001’den itibaren dünya siyaseti ve uluslararası ilişkiler, ABD’nin başını çektiği emperyalist savaş ve onun etkileri tarafından belirleniyor. Bugün çok net bir şekilde görülüyor ki, aslında milenyum, aynı bağıntının değişik unsurlarını oluşturan birçok gelişmenin kendini dışa vurduğu bir dönemeç noktasıdır: Kapitalizmin tarihsel sistem krizi, emperyalist sistemin hegemonya bunalımı ve üçüncü dünya savaşının girift biçimlere bürünerek sahne alması… Nitekim aynı dönemeçte, ABD’de Cumhuriyetçi Parti’ye egemen olan ve kendini “yeni muhafazakâr” (neo-con) olarak tanımlayan siyasi çizginin oğul Bush başkanlığında iktidara oturması bir tesadüf değildi. Bu çizgi, dünya pazarındaki üstünlüğünü koruma, sarsılan ve sorgulanan hegemonyasını güçlendirme arayışındaki Amerikan egemen sınıfının en gerici ve savaşkan temsilcisi olarak ortaya çıktı. Böylece ABD’nin 2001’deki 11 Eylül saldırılarını bahane ederek önce Afganistan, ardından da Irak’a karşı başlattığı savaş, tüm dünyada olağanüstü koşulların egemen olmasının ve burjuva gericiliğinin güçlenmesinin önünü açtı. Emperyalist savaşın doğrudan bir yansıması olarak, Avrupa başkentlerinde “terör” saldırılarını gerekçe gösteren Batı’nın burjuva hükümetleri, burjuva demokratik çerçeveyi daraltan ve polis devleti uygulamalarının önünü açan yasaları devreye soktular. Burjuva demokrasisi tüm dünyada, gelişip güçlenen otoriterleşme eğiliminin baskısı altına girdi. Kapitalizmin tarihsel çıkmazının şiddetli bir ifadesi olan 2008’deki küresel krizle birlikte, burjuva düzenin çelişkileri alabildiğine büyüdü. Güncel ve tarihsel deneyim gösteriyor ki; kriz ve savaş dönemleri burjuva siyasal gericiliğinin büyümesi için mümbit bir ortam yaratır ve bu ortamda demokratik haklara tahammülsüzlük, otoriter yönetim anlayışları, ırkçılık, milliyetçilik, faşist eğilim ve örgütlenmeler boy atar. Bizzat kapitalist sistemin yol açtığı ama çözemediği büyük sorunlar yumağı, bir devrimle parçalanıp ortadan kaldırılamadığı durumlarda burjuva gericiliğine can verir. Meselâ 1929’da kapitalizmin büyük bir buhranla sarsılmasının ardından işsizlikteki kitlesel yükseliş ve milyonların sefaletinin derinleşmesi, Almanya’da faşist hareketlerin güç kazanmasına nesnel zemin sunmuştu. Umutsuz ve arayış içindeki kitleleri peşine takarak kitleselleşen faşizmin nasıl iktidara oturduğu ve insanlığa nasıl tarifsiz acılar çektirdiği malûm. Kapitalizm tüm dünyaya barış ve refah getirecek derken, sistemin yarattığı devasa sorunlar insanlığı koyu bir karanlığa sürüklüyor. Kapitalizmin boğucu sorunları faşizm pisliğinin yeniden üreyip güçlendiği toplumsal bir zemin yaratıyor. İfade etmek gerekiyor ki, dünya ölçeğinde egemen olan otoriterleşme eğilimi güçlenmiş, zaman ilerledikçe nicelikten niteliğe ilerleyen bir dönüşüm gerçekleşmeye başlamıştır. Bugün Türkiye’den Hindistan’a, Rusya’dan Macaristan’a, Filipinler’den Polonya’ya kadar bir dizi ülkede otoriter veya totaliter rejim ve liderler işbaşındadır. ABD’nin tepesinde Trump gibi faşizan bir lider oturuyor ve toplumun dokusunu bozarak aşırı sağ bir çizgiye çekmeye çalışıyor. Avrupa’nın üçüncü büyük ülkesi konumundaki İtalya’da keza aşırı sağ partiler iktidarda. Avrupa’da genel olarak aşırı sağ giderek güç kazanıyor. Almanya’da faşist AfD, ardı ardına seçim barajını aşıp eyalet meclislerine giriyor. Tüm dünyada, burjuva siyasetinin merkezini tutan sağ ve sol partilerin kan kaybı devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde faşist Bolsonaro’nun Brezilya’da iktidara oturması faşizmin nasıl tüm dünyada büyük bir tehlike haline geldiğini gözler önüne seriyor. Kuşku yok ki, burjuvazinin son 40 yıldır işçi sınıfının haklarına el koyarak toplumsal çelişkileri alabildiğine büyütmesi ve düzenin açmazı, aşırı sağın (kimi yerlerde de düpedüz faşizmin) yükselmesine nesnel bir zemin sunuyor. Kapitalizm 1970’lerin birinci yarısında bir kez daha bunalıma girdiğinde, burjuvazi, düşen kâr oranlarını yükseltmek ve sermaye birikimini arttırmak amacıyla işçi sınıfının sosyal kazanımlarına saldırma hazırlıklarına girişti. 1980’lerin başından beri sürdürülen neo-liberal saldırı programıyla; reel ücretler düşürüldü, mücadeleyle kazanılmış hakları koruyan kimi yasalar değiştirilerek işgünü esnekleştirildi, iş saatleri hem fiilen hem de yasal düzeyde uzatıldı, emeklilik yaşı yükseltilirken ücretsiz sağlık hizmetine büyük darbeler indirildi. İşsizlik ödenekleri düşürülürken, bu haktan yararlanma süresi kısaltıldı, taşeronlaştırma devreye sokuldu, esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma yaygınlaştırıldı. “Sosyal devlet” uygulamalarını hedef alan burjuvazi, eğitimden sağlığa dek her alanda kamu harcamalarını kıstı ve birçok hizmet için ödenek vermeyi durdurdu. Kamuya ait işyerleri özelleştirilip burjuvaziye kârlı alanlar açılırken, kitlesel işten atmalarla sendikalara ağır bir darbe vuruldu. Zaman ilerledikçe işsizlik kitlesel ölçüde arttı, yoksullaşan işçi sınıfının yaşam standardı geriledi. Neo-liberal uygulamaların bu yıkıcı etkisi, 2008 küresel krizinin ağır sonuçlarıyla birleşerek işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını daha da kötüleştirdi. Devletçiliği sosyalizmle özdeşleştirip devletin kamu hizmetlerinden çekilmesini meşrulaştırmaya çalışan burjuvazi, daha sonra kriz kapıyı çalınca ve başı sıkışınca derhal devleti müdahaleye çağırdı. Yalnızca 2008’de krizin patlak vermesiyle dünyada 5 milyon işçi işini kaybederken, milyonlar yokluk ve yoksulluğa itildi. ABD ve AB başta olmak üzere emperyalist devletler, finans tekellerini kurtarmak ve çöküşü engellemek için trilyonlarca doları onlara aktardılar. Böylece sermaye sınıfı düzlüğe çıkartılırken, tekellere aktarılan trilyonlarca doların yükü emekçilerin sırtına yıkıldı. Tüm araştırmalar, 2008 küresel krizinden sonra, işçi sınıfının ve emekçilerin üretilen toplumsal gelirden aldığı payın dramatik bir şekilde düştüğünü ve gelir uçurumunun aynı ölçüde büyüdüğünü ortaya koyuyor. IMF’nin 2018 Dünya Ekonomik Görünümü raporu, 2008’de keskin bir şekilde düşen reel ücretlerin erimeye ve aşağıya doğru gitmeye devam ettiğini gösteriyor. 2016 tarihli Oxfam araştırması ise bu erimeyle doğrudan ilişkili: Rapora göre, en yoksul %50’nin sahip olduğu toplam zenginlik 2010 ilâ 2015 yılları arasında %41 oranında düştü. Sadece 2017’de bir avuç dolar milyarderinin servetinin 1,4 trilyon dolar artması, bu olgunun çarpıcı bir ifadesidir. Böylece 2150 aile ya da kişinin toplam zenginliği, 8,9 trilyon dolara yükselmiş oldu. Bu aile veya kişilerin sahip olduğu toplam zenginliğin dünya nüfusunun yüzde 70’inin toplam zenginliğinden daha fazla olması, kapitalizmin nasıl bir dünya yarattığını açıklamaya başka söz bırakmıyor. Kapitalizm, toplumun ezici çoğunluğunu açlığın, yoksulluğun, güvencesizliğin, geleceksizliğin girdabına sürüklemiştir. Bugün Afrika, Ortadoğu ve Asya ülkelerinden Avrupa’ya, Latin Amerika’dan ABD’ye doğru vuran göç dalgaları, yaşlanan ve potansiyellerini büyük ölçüde yitiren, tarihsel misyonunu tamamlayan ama kendiliğinden de yıkılıp gitmeyen çürümüş bir sistemin sembolik ifadesidir. Geçmişte de büyük göç dalgaları oldu.[2] Özellikle kapitalizmin tarihini esas alırsak, dünyanın birçok bölgesinden on milyonlarca insan gelişmiş kapitalist ülkelere, dolayısıyla zenginliğin merkezi konumunda olan Avrupa ve Amerika’ya göç etti. Lakin tüm 1800’lü yıllar ve hatta 1900’lerin ikinci yarısına kadar göç edilen topraklar henüz bakirdi, kapitalizmin hızlı ve kapsayıcı gelişme temposu yeni işgücünü önemli ölçüde emiyordu. Ne var ki tarihsel ölçekte bir sistem krizine giren kapitalizmin o günleri geride kalmıştır. Üstelik kapitalizm neredeyse tüm ülkelerde ve kıtalarda köylülüğü çözerek, nüfusu devasa ölçeklerdeki kentlerde toplamıştır. Köylülüğün büyük ölçüde çözüldüğü günümüzde, kapitalizm, iş ve aş sunamadığı, savaştan, ölümden ve açlıktan kaçan milyonları zorunlu olarak göçmen haline getiriyor. Bu göç dalgası, aynı zamanda, ABD ve Avrupa’da aşırı sağın yükselmesinde ciddi bir rol oynuyor. Meselâ Trump, Orta Amerika’dan ABD’ye yürüyen binlerce göçmeni durdurmak üzere orduyu Meksika sınırına göndererek, ırkçı ve göçmen karşıtı sert bir söylemle kitleleri peşine takmaya çalışıyor. İş ve yaşam koşulları kötüleşen, iş bulamayan, gelecek kaygısı duyan emekçi kitlelerin öfkesi ve tepkisi, ırkçı bir saldırganlığa büründürülerek göçmenlere yönlendiriliyor. Yani kapitalizmin bağrında patlayıcı bir dinamik taşıyan sorunlar, sınıfsız bir dünyanın kapılarının açılmasını sağlayacak mücadelenin kaldıracı olması gerekirken, sosyalist hareketin zayıflığı nedeniyle, düzenin gerici ve yıkıcı güçlerini besliyor.