Kapitalizm dünya ölçeğinde tarihsel bir bunalımın içine girmiş durumda. Derinleşen krizin yansımalarını her alanda görmek mümkün. İşsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet her geçen gün daha da artarken, dünyanın dört bir köşesinde işçi-emekçi kitleler yaşam koşullarına isyan ediyorlar. Ancak buna karşılık sermayenin siyasal ve toplumsal baskısı da artıyor. Kitleler kontrol altına alınmaya çalışılıyor, en ufak bir hak arama mücadelesinde dahi tutuklamalar, gözaltılar gerçekleştiriliyor. Bunun yanı sıra toplumdaki yoksulluk ve sefalet derinleştikçe suç oranlarında ve mahkûm sayılarında da bir hayli artış görülmektedir. Özellikle 90’ların başından itibaren cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin sayısının katlanarak arttığı gözlemlenmektedir. Rüyalar ülkesi olarak görülen ABD’de ve burjuva demokrasisinin sınırlarının görece daha geniş olduğu AB ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de durum böyledir. Türk Tabipler Birliği’nin verilerine göre cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü sayısı 2002 yılında 59 bin civarında iken, bu yıl bu sayı 130 bini aşmıştır. Türkiye’de cezaevlerinin insanlık dışı koşulları, Urfa E Tipi Cezaevinde bu duruma isyan eden 13 mahpusun yanarak yaşamını yitirmesi ve Gaziantep, Adana ve Karaman cezaevlerinden bu isyana destek gelmesiyle birlikte bir kez daha gündeme gelmiş oldu. Gerek siyasi tutsaklar, gerekse adli mahpuslar cezaevlerindeki insanlık dışı koşulların değişmesi için yıllardır seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Ne var ki, İnsan Hakları Derneği’nin ve çeşitli demokratik kitle örgütlerinin cezaevi koşullarına defalarca dikkat çekmesine ve uyarılarına rağmen Adalet Bakanlığı ve cezaevi yönetimleri beklendiği üzere kıllarını bile kıpırdatmamışlardır. Sonuç olarak, devletin hiçbir şekilde mahpusların ve onların yakınlarının taleplerini dikkate almaması ve cezaevi koşullarının tahammül edilemez boyutlara ulaşmasıyla birlikte, Urfa E tipi Cezaevinde, 16 Haziran akşamı C-15 koğuşunda kalan adli suçlular yaşadıkları insanlık dışı koşulları protesto etmek için yatak ve yorganlarını ateşe verdiler. Sloganlar atarak yaşadıkları vahşeti duyurmaya çalıştılar. En küçüğü 18 ve en büyüğü 34 yaşında olan gencecik 13 insan, yanarak ve dumandan zehirlenerek korkunç bir şekilde can verdi. Sözümona “adaleti” sağlamak için kurulmuş olan Adalet Bakanlığından yapılan utanmazca açıklamalarsa insan hayatına zerre kadar değer verilmediğini ortaya koyuyordu. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, isyanın üzerini şöyle örtmeye çalışıyordu: “Vantilatör yüzünden kavga çıkmış.” Yine Urfa Valisi Celalettin Güvenç de benzer bir açıklama yapmıştı: “Mahkûmlar kendi aralarında yaptıkları kavga sonucunda yatakları yakıyorlar. Maalesef kapıların açılmasına kadar geçen sürede böyle bir olay yaşadık.” Oysa İHD’nin tutuklu ve hükümlülerle ve onların aileleriyle yaptığı görüşmelere göre hazırladığı raporda, çıkan yangına saatlerce hiçbir müdahale yapılmadığı ve kapıların açılmadığı belirtiliyor. Yangın sonrasında gardiyanlar ve askerler bahçeye kaçarlarken, mahpuslar kendi kaderlerine terk edilmiştir. Basına da, isyanın mahkûmların kavga sonrası yangın çıkarmaları olarak yansıtılmasının yanı sıra “sakın ha gündem etmeyin” denmiştir. Gerçeklerin Özgür Gündem ve yerel Kürt basınına yansımasının ardından Adalet Bakanı ve diğer devlet yetkililerinin yaptıkları açıklamalar biliniyor: “Yazılanların gerçeklerle ilgisi yoktur!” Oysa durum hiç de Adalet Bakanı’nın üzerini kapatmaya çalıştığı gibi değildir; yıllardır insanlık dışı cezaevi koşullarının getirdiği sorunların birikimi sonucu “kavga” değil bir isyan patlak vermiştir. 375 kişilik kapasitesi olan bu cezaevinde, 1057 tutuklu ve hükümlü kalmakta ve bu nedenle mahkûmlar en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamamakta ve zulüm görmekteydiler. Koğuşlar tıka basa dolu, yatacak yer yok, kokan battaniyeler, tuvalet kenarına serilmiş yataklar... Su günde sadece 2 kez 1 saat boyunca veriliyor. 6-8 kişinin kalması gerekirken 20’nin üzerinde mahpusun kaldığı koğuşta kim ne zaman ihtiyaçlarını giderebilecek? Aşırı yağlı yemekler, içinde böcekler ve kırılmış plastik çatal bıçak parçaları... Kantinde her şey mahpuslara üç kat pahalı fiyattan satılıyor. Siyasi tutsaklar, adli koğuşa atılarak cezalandırılıyor, her gün dayak, her gün taciz... İnsanlar delirecek noktaya getiriliyor. En insani ihtiyaç olan sohbet ve havalandırma hakkı verilmiyor. Hasta mahpuslar hastaneye sevk edilmiyor, tedavi olamıyorlar. Revirlerde ise çoğu zaman kimse olmuyor. Bu koşullara ve işkence boyutuna varan baskıya daha fazla nasıl katlanılabilirdi ki? 4 ay önce C-15 koğuşundan tahliye olmuş eski tutuklu Bedir Taklan, İHD ile görüşmesi sırasında insanı dehşete düşüren koşulları şöyle anlatıyor: “Sıkıntılar, şikâyetler dikkate alınmıyor. Gardiyanlar kötü davranıyor. Daha önceki görüşmemizde sıkıntıları dile getirdik. Bence sorunlara dikkat çekmek için yangın çıkarıldı. Kapıyı açmayacaklarını tahmin etmediler. Kapı açılmayınca ölüme terk edildiler. Hatta beni bulunduğum koğuştan alsınlar diye kendimi bıçakladım. (Karnındaki bıçak izini gösterdi) Bağırsaklarım dışarıya çıktı. Bağırdık, çağırdık, kapıyı açan olmadı. Sesimiz kesilince kapıyı açıp beni hastaneye götürdüler. Banyo için günde 1 saat sıcak su veriliyor. 18 kişi bir saatte banyo yapacak, deniliyordu. Yetmediği için bir taraftan banyo yaparken bir taraftan da kovalara su koyuyorduk. Cezaevinde bir doktor bulunuyor. Haftada bir doktora çıkma hakkın var, sıra yetişmediği zaman diğer haftaya kalırsın, muayene olamazsın. Yangın arkadaşlar arasında yaşanan kavgadan dolayı çıkarıldı deniliyor. Bu doğru değil. Biz kardeş gibi geçiniyorduk, bize gelen yiyecekleri, eşyaları kardeşçe paylaşıyorduk.” Cezaevlerinde yaşanan bu sıkıntılar yeni değildir. Yine Urfa Cezaevinde, 22 Temmuz 2010’da, Erkan Gümüştaş, siyasi tutuklu olmasına rağmen, adli tutukluların arasına konulmak istenince kendi bedenini ateşe vererek cezaevlerindeki keyfi ve insafsız uygulamalara dikkat çekmeye çalışmıştı. KCK davası kapsamında tutuklanan ve 20 aydır bu cezaevinde bulunan BDP Urfa Milletvekili İbrahim Ayhan, cezaevi koşullarının dayanılmaz boyutlara ulaştığını anlatmak için Adalet Bakanlığına, TBMM İnsan Hakları Komisyonuna defalarca dilekçe yazıp, faks gönderdiğini, ancak hiçbir sonuç alınamadığını belirtiyor. Urfa Cezaevi koşullarını protesto etmek isterken 13 kişinin yaşamını yitirmesinin hemen öncesinde 13 Haziranda da yine faks gönderdiğini, ancak Adalet Bakanı ve TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün’ün gönderilen fakslardan haberdar olmadıklarını söylediklerini belirtiyor. İbrahim Ayhan, kaldıkları koğuşları şöyle tarif ediyor: “Kaldığımız koğuşlar 15 metrekarelik alandan ibarettir. İki katlı 15 metrekarelik bu alanların alt katında yemek yediğimiz yer, üst kat ise uyumak için kullandığımız alandır. Burada 10 metrekarelik beton bir mezarda yaşıyoruz. Olayın gerçekleştiği koğuş ile bizim kaldığımız koğuşlar aynı özellikleri taşımaktadır. Şu an itibariyle 10 kişi kalıyorsak da bu sayının 18 kişiye kadar da çıktığı oluyor. Kaldığımız koğuşta tuvaletin önünde yere yatak sermiş durumdayız.” Ayhan ayrıca cezaevi müdürlerinin ve gardiyanlarının orada kendi imparatorluklarını kurduklarını ve mahkûmları tehdit ederek, keyfi uygulamalar dayattıklarını anlatıyor: “Cezaevi yönetimine yaptığımız her başvuru ve talep bu iki şahıs tarafından sürgün tehdidiyle cevap bulmaktaydı. Medyaya ilk gün «kavga çıkmış» diye yansıdıysa da bu olayın gerçeğini yansıtmamaktadır. Bu olay cezaevi koşullarını protesto amaçlı yapılmış açık bir isyandı. Urfa cezaevinde bu koşullar altında insanın yaşamasının imkânı yok. Buradaki koşullar psikolojik, sosyal ve siyasal anlamda tam anlamıyla bir işkencehanedir. Sistematik bir işkence uygulanıyor. Sosyal anlamda herhangi bir koşul ve olanak bulunmamaktadır.” İlki 16 Haziran ve ikincisi 18 Haziranda patlak veren isyanının ardından, polis, cezaevi önüne gelen ve yakınlarını kaygıyla merak eden mahkûm yakınlarına da utanmadan azgınca saldırmıştır. İçerideki çocuklarından, eşlerinden, kardeşlerinden haber alma umuduyla orada bekleyen aileler azgınca tazyikli su, biber gazı ve gaz bombası kullanılarak dağıtılmaya çalışılmıştır.