AKP hükümetinin “sözün bittiği yerdeyiz”, “inceldiği yerden kopsun” veya “bedeli neyse öderiz” türü hamasi söylemleriyle, 17 Ekimde mecliste kabul ettirdiği tezkere sonucunda Türkiye yürüttüğü haksız savaşı yayma niyetini alenen ilan etmiş bulunuyor. Daha şimdiden bir taraftan sınıra muazzam bir askeri yığınak yapılırken, öte taraftan da Irak-Kürdistan sınırlarından 50 kilometre içeri giren ordu birlikleri havadan ve karadan bombardımanı sürdürüyor. Görülmesi ve kavranması gereken en yalın gerçek şu ki, Türkiye hızla Ortadoğu’da bir savaşa ve özellikle Kürt halkını hedef alan topyekûn bir savaşa doğru ilerliyor. Yıllarca Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaş, sınırların ötesine taşınarak genelleştirilmek ve Güneydeki federe Kürt devleti ezilmek istenmektedir. Tezkere kararından sonra MHP ve CHP başta olmak üzere tüm statükocu güçlerin hedef tahtasına Barzani’yi oturtmaları ve “ordu Kuzey Irak’a” biçiminde tempo tutmaları hedefin kim olduğunun göstergesidir. Statükocuların basındaki etkili ve yetkili kalemşorlarından Hürriyet’in başındaki Ertuğrul Özkök’ün şu satırları oldukça manidardır: “Yani artık bizim muhatabımız Barzani’dir... Bundan böyle, namlularımız Barzani’ye çevrilmiştir. Hedefimiz, Barzani’nin askeri ve ekonomik hedefleridir. Amacımız, oradaki ‘Kürt rüyası’nı, ‘Türk kâbusu’na çevirmektir.” Özkök bir gün sonra Yaşar Büyükanıt’ı aradığını ve onun kendisine son derece kararlı bir ifadeyle şu sözleri söylediğini aktarıyor: “Bugünkü yazınız çok önemli ve anlamlı. Takdir bana düşmez ama teşhis doğru.” Bazı generallerin yaptığı açıklamalar, yaşanmakta olan şeyin ne olduğunu ve hedefte kimlerin bulunduğunu daha da netleştiriyor: “Olay artık sınırın ötesi ve burası diye adlandırılamaz. Türkiye kendi güneyi ve Irak’ın kuzeyinde büyük bir savaşın içine girmiştir. Sınırın önemi artık yoktur. Savaş bölgesi Türkiye’nin güneyini ve Irak’ın kuzeyini kapsamaktadır. Haritalar artık buna göre açılmıştır.” (Hürriyet, 22 Ekim 2007) Esasında burjuvazinin statükocu-devletçi kanadı, Kürtlere karşı çoktan beridir yürüttüğü savaşı tırmandırarak, düzenin bekası için tehlikeli gördüğü Irak Kürt bölgesine yayma çabasındaydı. Zira dünya ölçeğindeki siyasal gelişmelerin de etkisiyle Kürt sorunu uluslararası bir boyut kazanmış ve en önemlisi de Irak’ın kuzeyinde, şimdilik “federe Kürt devleti” olarak resmiyet kazanan bir ulus-devletin zemini döşenmiştir. Burjuva devletin politikalarının iflası anlamına gelen bu durum, onu sıkıştırmaktadır. Fakat statükocu kanadın öncülüğünü yapan askeri bürokrasi, kendine vehmettiği düzen kurucu ve kollayıcı misyonlardan hareketle, Kürt sorununu çözmek bir yana, bugüne değin uyguladığı yöntemleri sürdürerek Kürt hareketini ezmek üzere harekete geçmiştir. Bu hedef doğrultusunda bazı planların devreye sokulduğunu ve 2005 Newroz’unda girişilen provokasyonun ise bir başlangıç olduğu tespitini Marksist Tutum olarak, pek çok yazımızda ortaya koyduk. Bu noktada bir tespit daha yapmak gerekiyor: özellikle 2007 baharıyla birlikte sürece çok yönlü ve aktif müdahalelerle hız verildi. Zira Aralık ayında yapılması gereken Kerkük referandumu henüz ertelenmiş değildi ve referandumdan Kerkük’ün Kürt Bölge Yönetimine ait olduğu kararının çıkması kesindi. Dolayısıyla da Kürdistan oluşumunun geri dönülemez bir noktaya varmadan önce durdurulması için savaş koşulları her ne pahasına olursa olsun yaratılmalıydı! Sürecin hızlandırılmasının bir diğer nedeni de, siyasal iktidarın iplerini tümüyle ele geçirmek, AKP’nin temsil ettiği AB’ci burjuva kesimleri geriletmek ve statükocu-devletçi güçlerin siyasal mevzi kayıplarını durdurmaktı. 12 Nisanda Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt sınır ötesi operasyon yapılmasının şart olduğunu, ordunun buna hazır olduğunu ve fakat siyasi iradenin karar vermesi gerektiğini açıklayarak ön açıcı müdahaleyi yaptı. Bilahare 27 Nisan ve 8 Haziran muhtıraları geldi. Genelkurmay’ın adeta ikinci bir hükümet gibi davranarak başlattığı milliyetçi-şoven kampanya ile gereken mesajı alan statükocu-devletçi koro, dört bir koldan sınır ötesi operasyon şarkısını terennüm etmeye başladı. O günlerde peş peşe düzenlenen meşhur cumhuriyet mitinglerinde laiklikten ziyade Kürt düşmanlığını ifade eden sloganlar yükseltiliyor ve cumhurbaşkanlığı krizi üzerinden sıkıştırılan hükümet sınır ötesi operasyon kararı almaya zorlanıyordu. Beri yandan seçim propagandalarının merkezine sınır ötesi operasyonu oturtan CHP ve MHP, faşist bir söylemle siyasal ortamı alabildiğine gererek gerekli koşulların oluşmasını hızlandırmaya çalıştılar. Fakat statükocu burjuva güçler umdukları hedeflere varamadılar ve bundan dolayıdır ki, ilkbaharda hızlandırılan söz konusu plan ve stratejiye sonbaharda yeni bir itilim verildi. Daha o günlerde katıldığı Harp Akademilerindeki sempozyumda Yaşar Büyükanıt sınır ötesi operasyonun gerçek muhtevasını şöyle beyan ediyordu: “İçeri girip sadece PKK ile mi uğraşacağız yoksa Barzani ile bir şeyler olacak mı? Ben asker olarak ihtiyaç bildirdim. Önümüze sözlü değil yazılı talimat gelmesi lazım.” Büyükanıt’ın hükümete nasıl bir ihtiyaç bildirdiği bugün daha net anlaşılıyor. Süreç ilerledikçe hedef de, kullanılan dil de netleşecekti. 24 Eylülde Kara Harp Okulunda İlker Başbuğ şöyle diyordu: “Irak’ın kuzeyindeki oluşum ve gelişmelerin bu bölgedeki Kürtlere tarihte hiç olmadığı kadar siyasal, hukuki, askerî ve psikolojik güç kazandırdığı da diğer bir gerçektir.” Fakat askeri bürokrasi için meselenin önemli yanı Kürtlerin Ortadoğu’da bir aktör haline gelmesi değildi sadece, bir güç haline gelen Güneydeki Kürtler, Türkiye’deki Kürtleri de etkilemeye başlamışlardı: “Ayrıca bu durumun, vatandaşlarımızın bir kısmı üzerinde yeni bir aidiyet modeli yaratabileceğine de dikkat edilmelidir.” 1 Ekimde Harp Akademilerinde konuşan Yaşar Büyükanıt ise şöyle devam ediyordu: “Irak’ın, bırakın federatif veya gevşek federatif yapıyı, konfederatif yapıya doğru hızla gelişmekte olduğunu görüyor ve endişe duyuyoruz… Irak’ın kuzeyinde oluşabilecek bir bağımsız devlet sadece siyasi boyutuyla değil, güvenlik boyutuyla da Türkiye için birinci derecede risktir. Hem siyasi, hem askeri, hem psikolojik boyutuyla. Dolayısıyla Türkiye’nin dikkatle bakması gereken yer Kuzey Irak’taki oluşumdur.” Aynı konuşmasında Büyükanıt, yukarıda sözünü ettiğimiz planın bir parçası olarak DTP’yi de hedef alıyor ve gereğinin yapılmasını buyuruyordu. Peki, neydi gereği? İstenen, 2 Mart 1994’te DEP milletvekillerine yapılan muameleydi. O dönemde DEP’lilerin önce dokunulmazlıkları kaldırılmış, bilahare meclisten polis zoruyla alınarak yıllarca sürecek bir tutsaklığa mahkûm edilmişlerdi. Büyükanıt’ın açıklamasını müteakiben DTP’ye dönük bir linç kampanyası başlatıldı. Baskılar artmakla kalmadı, dokunulmazlık hakkı alenen yok sayılarak haklarında ya yeni davalar açıldı ya da daha önceki davalardan yargılanmalarına devam edildi. Tam da bugünlerde pek çok DTP’li belediye başkanı tutuklanırken, Gündem gazetesi yeniden kapatıldı ve Kürt basını üzerindeki baskılar artırıldı. Yanı sıra PKK’ye dönük operasyonlara hız verilmiş ve çatışmalar bilinçli olarak tırmandırılmıştı. Önce 11 Eylül’ün yıl dönümünde Ankara’da patlatılmaya hazır bulunan bomba yüklü aracın ve bilahare Beytüşşebap’ta öldürülen korucuların sorumlusu tez zamanda PKK ilan edildi. Daha da önemlisi seçimlerden sonra gündemden düşen sınır ötesi operasyon tartışmaları yeniden başlatıldı. Tüm bu hazırlıklardan sonra, 13 askerin, devam eden günlerde de 12 askerin PKK ile çıkan çatışmada ölmesi ve 8’inin de kaçırılmasıyla başlayan süreç bir savaş seferberliğine dönüştürüldü. Görsel ve yazılı medyanın da öncü rol üstlenmesiyle savaş tamtamları gür bir şekilde çalınmaya, milliyetçi-şoven histeriyle toplum infiale sürüklenmeye ve kitleler savaş seferberliğinin arkasına yığılmaya çalışıldı, çalışılıyor. “Türkiye şehitlerine sahip çıkıyor” kampanyası başlatan ve Türkiye’nin dört bir yanına dağılan televizyon kanalları, “halkın tepkisini ölçme” bahanesiyle kitleleri doğrudan kışkırtmaya, duygularını istismar etmeye ve naklen yayınlarda onları milliyetçi bir söylem tutturmaya zorladılar. Öyle ki şovenizmin yelkenlerini şişirmek için, ölen askerlerin ailelerini, çocuklarını ve yoksulluklarını bile kullanmaktan geri durmadılar. İkinci asker ölümlerinden sonra milliyetçi-şovenist kampanyanın çıtası daha da yükseltildi. 11 Eylül saldırılarından sonra Amerikan burjuvazisinin toplumu infiale sürükleyerek kitleleri savaş kararı üzerinden örgütlemek üzere giriştiği yöntem aynen kopya edildi. Yaratılmaya çalışılan hava şuydu: Türkiye saldırı altında! Türkiye’nin saldırı altında olduğu yalanı çatışmalardan saatler sonra, altında mayın patlatıldığı söylenen minibüs vakasıyla desteklendi. Böylece toplum her taraftan kuşatılarak gerçekleri sorgulamasının önüne geçildi. Nihayetinde milliyetçi-şovenist kampanya toplumda belirli düzeyde etkisini gösterdi. Medyanın yönlendirmesiyle, ama özellikle MHP ve CHP’nin, resmi ya da gayri resmi iç savaş aygıtlarının ve bir bütün olarak statükocu-devletçi burjuva güçlerin örgütlemesiyle “şehit cenazeleri” ve telin yürüyüşleri Kürt düşmanlığının ve savaş çığırtkanlığının egemen kılındığı kitlesel gösterilere dönüştürüldü. Bugün gelinen noktada, meclis kürsüsünü de kullanan MHP ve CHP, DTP’yi ve Güneydeki Kürt oluşumunu hedef tahtasına oturtarak şovenist hezeyanı daha da kışkırtmaktalar. Daha önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz pogrom tehlikesi, giderek artıyor. Türkiye’nin nerdeyse tüm vilayetlerinde DTP binalarına saldırılırken, Kürtlere ve devrimcilere dönük linç kampanyaları örgütlenmekte, Kürt düğünleri bizzat özel timler tarafından basılarak dağıtılmakta, evleri ve işyerleri faşist güruhlarca yağmalanarak ateşe verilmektedir. Genelkurmay, yukarıda andığımız muhtırada dile getirdiği toplumsal refleks verilmiş olmalı ki, 25 Ekimde bir bildiri yayınlayarak milliyetçi-şoven gösterileri övdü ve şükranlarını sundu. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte bizzat askeri bürokrasinin doğrudan ya da dolaylı talimatıyla benzeri milliyetçi-şoven kampanyaların genişletilmesi olasılık dışı değildir. Nitekim Genelkurmay’ın övgüsüne mazhar olan Kemalistler, faşistler ve bilcümle statükocu güçler, yürüyüşleri daha şimdiden bu yöne doğru evriltmeye uğraşıyorlar. Öğretim üyelerinin kontrolünde sokağa dökülen üniversite öğrencileri, tribünleri dolduran futbol izleyicileri, Avrasya koşusuna ve 29 Ekim cumhuriyet bayramı kutlamalarına katılan kitleler Barzani’nin kuklalarını yakmaya ve doğrudan Kürtlere karşı sloganlar yükseltmeye başlamışlardır. Öyle gözüküyor ki, statükocu güçler belirli düzeylerde de olsa hedefine ulaşmış bulunuyor. Savaş koşullarının oluşmasıyla seçimleri kaybedeceğini düşünen ve bundan dolayı bir süre boyunca tezkere kararına direnen AKP, gelinen aşamada savaş makinesinin başına oturmuştur. Kürt sorununda askeri bürokrasiden farklı bir çözüm önerir görünen AB’ci burjuva güçler bugün yelkenleri suya indirmiş ve savaş çizgisine doğru kaymaya başlamışlardır. Seçimlerde hezimete uğrayan ve cumhurbaşkanlığına Gül’ün seçilmesini önleyemeyen statükocu güçler, savaş ortamıyla birlikte siyasal alan üzerinde etkilerini artırmış bulunuyorlar. Savaş rüzgârlarının esmesiyle anayasa tartışmaları da, “demokratikleşme” de, AB reformları da gündemden düşmüştür. Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatan statükocu-devletçi burjuvazi, şimdiye kadar sürdürdüğü, ama kısmi olarak sorgulanmaya başlanan politikalarına yönelik yeniden iman tazeletmeyi ve bu politikaları yeniden ön plana çıkarmayı başarmıştır.